DEVAM (Hepsi birden masadan kalkarlar. Şükrü Onları lokanta bahçesinin kapısına kadar uğurlar. Bahçe kapısından çıkıyorlarken, Felsefe Öğretmeni, Şükrü’ye, Ali için dükkânına öğle yemeği götürmesini tembihler.)

Ali’nin arkasından gelen garson; - Ali abi, Şükrü Usta sana yemek gönderdi. Diyerek, yemek tepsisini masanın üstüne indirdi. Cebine davranan Ali’ ye alçak bir sesle; - tamam Ali abi tamam! Tahsil edildi, dedi.

Yemeğini bitiren Ali, yemeğin verdiği rehaveti yenmek için büyükçe bir fincan kahve içti. Yarım saat kadar sonra bir ileri bir geri dükkânın içinde dolaşıyordu. Kahve biraz fazla uyarmıştı kendisini. Bu gerilimle daha fazla içerde kalamayacağını anladı. Belediye başkanlarıyla telefonla konuşma işini akşama erteledi. Kapısını kapatıp dükkândan çıktı. Evine doğru yöneldi. Dağ giysilerini ve gerekli müştemilatı kuşandı. Hava günlük güneşlikti, besberraktı. Dağda kar duruyor, daha alçak yerlerde ise erimeye başlamıştı. Evinin önünde duran arabasına bindi. Adilcevaz’ın dışına çıkarak, Aygır Gölüne doğru sürdü. Yolun yarısında arabasını durdurdu. Dışarı çıktı. Temiz hava beynini açıyordu. Yüreğinde sıcaklık hissetti. Manzara nefisti. Bir karlı Süphan Dağını seyrediyor; sonra dönüp, Van Gölünün ve gökyüzünün maviliklerine dalıyordu. Aylin’le, lokantada hocanın yanında gördüğü güzel kız geldi aklına. Bekârlık geçmişinin hikâyesi geçti kafasından; yaşı otuz sekize gelmiş hala bekârdı. Aylin’le evlendiğini geçirdi bir anda düşüncesinde; Birlikte buluş yaparlar, Türkiye’nin her tarafını gezerler, Fransa’ya giderler, otlu peyniri Fransa piyasasına sokarlar ve bundan iyi para kazanırlar, Avrupa memleketlerini dolaşırlardı. Pekâlâ, lokantada gördüğü güzel Türk kızıyla evlense nasıl olurdu; bir tane çocukları olur, ikisi birden onun üstüne düşer çocuğu pımpısırık birisi yapar çıkarlar, sık sık tartışırlar kavga ederler, buluş için de birlikte değil ayrı ayrı çalışırlardı. — Yok, canım diyerek silkeledi kendisini; - ne evlenmesi, ne Aylin’i ne Fransa’sı! Çözülecek o kadar dünyanın problemi varken, nerden gelmişti bu kadın meselesi aklına?

Arabasına bindi. Aygır gölüne doğru devam etti. Aygır gölüne vardığında dağ tarafına doğru sürdü. Köyü geçip ilerdeki küçük dereye vardı. Göl kenarındaki Necip’in kahvehanesinin bacasından dumanlar ince ince süzülüyordu. Necip burada isteyenlere kavurma falan da yapıyordu. Herhalde içerde birkaç kişi vardır diye düşündü. Ama onun canı kapalı alanı değil, doğayı çekiyordu; dağın kıvrımlarını, karın beyazlığını, suların şırıltısını, kuşların uçuşunu ve cıvıltılarını, notalı ötüşlerini, güneşin aydınlığını içine çekmek istiyordu.

Arabasından indi, derenin dağın dibindeki kaynağına doğru ilerlemeye başladı. Dere şırıl şırıl sakince akıyordu. Bir sığırcık sürüsü cıvıldaşarak yanından uçtu. Derenin bir kıvrım dönüş yerine geldi. Sakin şarkıların yerini şimdi kızgın homurtular almıştı. Yamaçlarda yarım metre civarında diş diş kar vardı. Ama zaten kaynağa da elli metre kadar kalmıştı. Şöyle patika yollu yamacı yandan tırmanıverdiğinde suyun “Akgöze” diye anılan düzlük küçük bük yerindeydi. Öyle de yaptı yavaş yavaş patika yoldan hafifçe de batarak –batması kaymasını önlüyordu- suyun kaynağına ulaştı. Kaynağın aktığı yerin yan tarafında çalılıkların arkasında küçük bir kıpırdanma fark etti. Yerden bir taş alıp oraya doğru attı. Bir çığlık koptu oradan. Aaaa! Bir de ne görsün; iki tane sevimli küçük ayı yavrusu. Hemen biraz arkasından da güçlü bir homurdanma işitti. Yavruların annesi olmalıydı! Elini beline attı; oradan çıkarmaya fırsat bulamadan da yuvarlanmaya başladı.

Yuvarlanma durduğunda karanlık etrafını sarmıştı. Apaydınlık günün ortasında gece olmuştu. Kısa bir sersemlikten sonra kendine geldi. İki eli de bel hizasında kalmıştı. Belinden avcı bıçağını yavaş hareketlerle çıkarmaya muvaffak olabildi. Bir ileri bir geri yaparak, bıçak yardımıyla elini yüz hizasına getirdi. Yüzünün ve ağzının önünü yirmi beş- otuz santimetre kadar açtı. Bu kubbeyi eliyle biraz daha genişletti. Şimdi rahatça nefes alabiliyordu. Diğer elini hissedip hissetmediğini kontrol etti. Elini hissedebiliyordu. Hafifçe oynattı. Tamam, tabancası elinin altındaydı. Üzerinde biriken kar kütlesinin yüksekliğine tahmini olarak bir değer biçti; en az dört, en fazla beş metre olabilir, diye düşündü. Silahlı elini de yavaş hareketlerle bir ileri bir geri yaparak yüzünün hizasına getirebildi. Şimdi bir risk almak durumundaydı; tabancasında on dört kurşun vardı. Ama aklından o anda geçirdiği çözüm için kemeri de lazımdı. Tabancasını göğsünün üzerine bıraktı. Elini beline getirdi ve yavaşça belini de oynatarak pantolon kemerini çıkarabildi. Kemeri de göğsünün üstüne koydu. Yere düşeli on beş dakika kadar olmuştur, diye geçirdi içinden. Aşağı yukarı bir o kadar zamanı daha kalmıştı. Bu zaman içinde kurtulamazsa donmaya başlardı. Kemerinin iki ucunu avcı bıçağının sapının iki yanında yer alan çelik halkalara bağladı. Sapında küçük bir ikinci bıçağı koymak için açmış olduğu çelik deliğin kapağını kaldırdı. Küçük çakıyı içinden çıkardı. Tabancasının namlusunu bıçağın sapının içine yerleştirdi. Bıçağın ucuna yön tayin etti, mecburen kafa hizasının yönüne doğru olacaktı. İnşallah kafasının hizası iki derenin boşluğuna doğruydu. Dağa doğruysa, dışarı çıkayım derken daha da içeri gömülebilirdi. Bıçağına bağladığı kemerin iki ucunu sapa yakın yerlerinden dengeli bir şekilde iki eliyle sıkıca kavradıktan sonra silahını ateşledi. Bir metre kadar sürüklendi. İkinci el, üçüncü el, dördüncü el derken üzerindeki karların hafiflediğini hissetti. Atışlardan sonra üzerindeki ağırlık artsaydı. O ağırlıkta bir de vücudunun yönünü değiştirmeye çalışacak ve belki de bunu beceremeyecekti. İki silah daha atışından sonra kafası dışarı çıktı. Beş-altı dakika daha uğraştıktan sonra çığdan kurtulmayı başardı. Etrafına bakındı. Tabancasında sekiz kurşun kalmıştı. Uzaktan insan bağırışları geliyordu. Biraz sonra Necip ve müşterileri Ali’nin yanındaydılar.

Necip: - Ne oldu Ali! Ayı mı, kurt mu, ne saldırdı sana? Silah sesleri duyduk. Buraya çığ da düşmüş!

Ali: - Yok bir şey Necip, yok! Dere biraz gürüldesin diye, havaya birkaç el ateş ettim. Bak düşen karlar biraz sonra derenin sularını coşturacak!

Necip: - Eee, ıslanmışsın da! Üstün, başın, her tarafın kar olmuş!

Ali: - He! Ayağım kaydı, ondan.

Necip içinden homurdanır; (- Bu mucitler biraz dengesiz olurlar. Garibimin herhalde bu ara eli boş! Macera aramış kendine.) – Neyse Ali, bizi korkuttun! Silah seslerini duyunca vahşi hayvan saldırısı var sandık. Hadi kahvehaneye gidelim. Sana sıcak çay vereyim. Üstünü başını da kurutursun.

Ali: - Olur Necip Gardaş! Gidelim.

(Hep beraber gölün kenarındaki Necip’in kahvehanesine doğru yönelirler)

Günün akşamından sonra yatsı vaktinde, Ali okunan ezandan duygulanmıştı. Tanrım, diyordu; beni bana, sevdiklerime, milletime ve insanlığa bağışladın. Bir can neydi ki ölür giderdim! Bu korkunç badireden kurtulduysam bunun kaderi bir değeri olmalıydı. Müezzinin davetine icabet etti. Camiden dönüp eve geldiğinde Belediye Başkanlarına telefon edeceği hatırına geldi. Telefonu çevirdi;

Ali: - Merhaba Ben Adilcevaz’dan Ali!

Karşıdaki Kişi: - Adil Ceviz’in Ali mi? Ben böyle bir kişiyi tanımıyorum!

Ali: - Pardon ağabey yanlış numara çevirmişim. (Telefonu kapatır)

Ali: - Merhaba Başkan, ben Ali! Adilcevaz’dan.

Karşıdaki Kişi: - Ali merhaba! Ben Başkanın yardımcısı, Mahmut! Başkanı biraz önce İstanbul’a uğurladık. Telefonunu bana yönlendirmiş, buyur.

Ali: - Sağ ol Mahmut! Özel görüşecektim kendisiyle. Ben sonra ararım kendisini. Hoşça kal. (Telefonu kapatır)

Ali: - Merhaba Başkan! Ben, Melle Kaptanın Ali!

Karşıdaki Kişi: - Ali Ağabey merhaba! Ben Başkanın oğlu Cemil! Kendisi dün İstanbul’a gitti. Buyur diyeceğin bir şey varsa, ben kendisine iletirim.

Ali: - Sağ ol Cemil. Özel bir konu görüşecektim kendisiyle. Ben kendisini sonra ararım. (Telefonu kapatır)

Üçüncü Başkanı aramaktan vazgeçen Ali, ben de belki rüyamda İstanbul’u görürüm diyerek, yatağına gitti. Yatar yatmaz da derin bir uykuya daldı.

hosting by HostEviniz