Giriş

Buluş, hayal ile gerçeğin kesişmesidir. Gerçek hayal ile buluşmazsa, her şey olduğu gibi aynı kalır. Hayal gerçek ile buluşmazsa, masalsı öğeler olarak sırf düşünsel formda kalır. Hayalin de gerçeğin de bizatihi kendisi şüphesiz değerlidir. Hayalin hayal olarak kalması, gerçeğin de gerçek olarak kalması bir anlam değeridir. Hayalin gerçeğe dönüşmesi; doğal ve fiziksel bir çevre ile çevrelenmiş ve belirlenmiş insan yaşamına, kendi ürettiği yeni değerlerin eklenmesiyle doğal ve fiziksel yaşamın insan müdahalesiyle değiştirilmesidir. Gerçeğin hayale dönüşmesi, edebi terminolojide yok olmaya başlama sayılır. Gerçek, içerisine hayal katılmış olarak doğal ve fiziksel formundan çıkartılabilir ama hayal formuna dönüştürülemez. İçerisine hayal katılarak değiştirilmiş doğal ve fiziksel form yeni bir gerçekliktir.

Gerçek doğanın kendisi, hayal de zihnin akledebilir bir şeklidir. Her iki kavram da birer gerçeklik durumudur. Doğa reel bir gerçeklik; hayal ideal bir gerçekliktir. Doğa insan yaşamına tümüyle uyumlu değildir. Tersi de söylenebilir; insan yaşamı doğaya tümüyle uyumlu değildir. Doğal yaşam ile insan yaşamı tümüyle birbirine uyumlu olsaydı, insan düşüncesinde “doğal haliyle olmayanı isteme” ile karakterize olan hayal etmek gelişmezdi.

Doğa, içinde yaşayan insanı zorlamakta; doğa tarafından zorlanan insan, yaşamak için doğa ile mücadele etmekte ve aklını kullanarak mücadele biçimleri geliştirmektedir. Mücadele biçimi, kendisini zorlayan fiziksel-doğal öğeleri değiştirerek, kendisinin zorlanmadan devinebileceği yaşamın oluşturulmasına hizmet etmektedir. Buluş, insanın var oluşundan günümüze değişen hız ve şekilleriyle devam etmektedir. Gelecekte de devam edecektir. Buluş, kültür ve medeniyet değişimlerinin temel dinamolarından biridir. Buluşlar sayesinde olan bu değişimler şimdiye kadar çoğunlukla “ilerleme” olarak nitelendirilmiştir. Ancak buluşlar marifetiyle olan bu değişimlerin “gerileme” getirebileceği ihtimali de bilinmelidir.

Bilim ve teknoloji ürünlerinin geçmişten günümüze toplumsal yaşam içinde kullanılmasında birçok toplum ve medeniyetin katkısı vardır. Çağımızın gelişmiş olarak adlandırılan toplumları ise insan zekâsına, buluşa en çok değer veren ve buluşu teknolojiye dönüştürerek iyi değerlendiren toplumlardır. Bu “iyi değerlendiren” nitelemesi izafi ve kültüreldir. Bir Yunan Filozofunun söylemiyle; “iyi, içerisinde kötülüğün az bulunduğu bir iyilik; kötü de, iyiliğin içinde az bulunduğu bir kötülüktür.” Bu bağlamda yan etkilerinden arındırılmış, tamamen iyi, yani temel insan ihtiyaçlarına uyumlu ve çevrenin korunmasına duyarlı teknolojik ürünlerin geliştirilebilirliği ve insan yaşamına sokulabilirliği söz konusu olmaktadır.

Bilim ve teknoloji ürünlerinin insan yaşamına sokulmasının bir pahası bir maliyeti şüphesiz vardır. Bu paha ve maliyet tüketici toplum, sınıf veya bireylerin emeğine kendine göre-adı piyasa veya ihtiyaçlar da olabilir- bir değer biçmektedir. Teknolojik ürünlerin vergi bedelleri ile birlikte arzı yükseldikçe, tüketicilerin emeklerinin değeri düşmektedir (Bu durumda bir teknolojik ürünün hesabını doğrudan rakam olarak para telaffuzundan çok çeşitli memleketlerdeki mesleklerin aylık maaş bedelleri üzerinden yapmak daha doğru olur). Bu nedenle insancıl bir anlayışla, her toplumdaki emeğin olabildiğince eşitlenmesi, genel olarak dünyadaki toplam refahın tüm insanlığa yayılmasına hassaten de insan zekâsı ve buluşların her toplumda iyi bir şekilde değerlendirilmesine bağlıdır. İnsancıl değerlerin demokrasiler yoluyla yönetimlerde hâkim kılınmasının önemi buradadır. Aksi birey veya sınıf tahakkümlerini ve de karşılığında kısıtlılıkları getirir. Bu da demokrasilerde kabul görmeyen bir durumdur.

 

Niçin Buluşçu Olunur -?-

 

Sene 1991 Başları, İngiltere Tresham College’de dil öğreniyoruz. Sınıfta hatırladığım kadarıyla dört tane Türk’üz; Üçümüz değişik branşlardan Araştırma Görevlileriyiz ve sınıfın en yaşlılarıyız. Sınıfın diğerleri hep genç, 20-23 yaşları arasındalar; Bir İtalyan, bir İspanyol Avrupa’dan; Diğerleri hep Asya’dan – Vietnam, Tayland, Kore, İran’lı öğrenciler. Bir tarafı Asya’lı, bir tarafı Avrupa’lı bir de biz Türkler varız sınıfta. Dil ve kültür öğreniyoruz İngilizlerden – her dil öğrenimi, içerisinde mecburen kültürel öğeleri de taşır-.

 

Bir gün, okuldaki dil kurslarında da sorumlu olan Mr. W., derslerinin birinde, örneklendirme için “DİSCOVERY” ve “INVENTİON” kelimelerini seçer. Discovery, keşif; invention, icat-buluş anlamındadır. İskoç asıllı öğretmenimiz esprili bir öğretmendir. Konu içerisinden konu çıkarmasını bilir yani. U şeklinde oturuş düzenindeydik. Öğretmen, İskoçların televizyonu bulduklarını söyleyip, psikolojik mesafe sınırını da aşarak ve herkesin yüzüne doğru eğilerek – neredeyse 20 cm, bazen de daha aşağı mesafeden - “Siz ne buldunuz? Diye, herkese tek tek, alaycı bir tavırla sormaya başladı. Karşımdaki Araştırma Görevlisi arkadaşın bu soruya muhatap olunca yüzünün kıpkırmızı kesildiği hala kafamda canlıdır. İtalyanlar da radyoyu bulmuşlar meğer! Diğer genç arkadaşlar, - bir şey bulmadık, anlamında başlarını sağa sola sallıyorlardı. Sıra bana geldiğinde Farabi’den, İbni Sina’dan, Piri Reis’ten dem vurarak, kendimce durumu kurtarmaya çalıştım!

 

Dersin bitiminde teneffüste Kore’li bir öğrencinin bana sorduğu soru aynen şöyleydi;

 

Kemal, siz eskiden buluyordunuz da, şimdi neden bulamıyorsunuz?

 

Bu soruya ne cevap verilebilir!

 

Bu nedenle ve işte! Varsa sizde bir cevher, mutlaka ortaya çıkmalıdır. Bu bireysel gayreti gösteren her kimse; çiftçi, esnaf, çoban, çocuk, genç, ihtiyar, âlim veya cahil, arkadaşın veya uzağın ilgiyle izlenmeli, muhabbetle kucaklanmalı, madden ve manen desteklenmelidir. Çocukken hep duyardık; Türkler suyla çalışan araba yapmış diye. Ne oldu sonra, bu kişinin ve elinden tutulmadı. Dışarıda yapıldı şimdi bu araba, fiyatı da beş yüz bin dolar civarında açıklandı.

 

Türk kafası, buluşçu bir kafadır. Teveccüh gösterin, ne buluşlar çıkar, Anadolu insanının kafasından! Benim buradan, iktidardan muhalefete devlet büyüklerinden beklentim ve isteğim şudur; yurt ziyaretlerinizde mutlaka buluşçu kişileri arayınız, yörenin yöneticilerinden, iş adamlarından, onları karşınıza çıkarılmalarını isteyiniz. Böyle yaparsanız Türk kafası bir gün lokomotif olur, medeniyet öncüsü olur. Bakınız bunu yapan milletler, medeniyet öncüsüdürler. Diğerleri de bu lokomotife vagonlar olmaktadır. Bundan da ötesi eğitim kurumlarında, özellikle yükseköğretimde buluş kurumlaştırılmalıdır. İster üniversitenin içinden ister üniversitenin dışından buluşlar yapılmış olsun mutlaka pozitif anlamda değerlendirilmeli ve ortaya çıkan ürünler ulusal ve uluslar arası piyasaya arz edilmelidir.

Buluş Mekanizması

İnsan aklı ve düşüncesi bütün insanlık için her yerde aynı olmakla birlikte; zekânın kullanımı, buluşun yapılması, içinde yaşanılan toplum, kültür ve bireye göre değişiklikler gösterir. Edison ve Tesla’nın buluşçulukları birbirinden farklıdır. Tesla’nın söyleyişiyle; “Bir samanlıktaki bir iğneyi bulmak için Edison sabırla ve bıkmadan bütün saman parçacıklarını tek tek kaldırarak altlarına bakar. Hâlbuki bu kadar zaman kaybına gerek yoktur. Bir mekanizmayı düşüncemde çevirmemle gerçekte çevirmem arasında fark yoktur. İkisi de aynı sonuca çıkar”.

Benim tarzım Tesla’nınkine daha yakındır. Yeterince para ve yardımcım olsa teorikteki düşüncelerimin uygulamadaki sonuçlarını denemelerle de görmek ister ve bundan zevk de alırım. Bir şeyi tasarımladığımda ise onu uygulayamamak, benim için büyük bir eksiklik değildir; o tasarım çalışmalarımdan uzaklaşmamı gerektirmez. Uygulamadaki denemelerin yokluğunu, eksiklik olmaktan çıkaran şey; buluş düşüncesi içerisinde konu çerçevesinde düşüncemde defalarca yaptığım deney temrinleri ve bu temrinlerin neticesinde en etkili sonuca ulaşabilmemdir. Bu, konu ile ilgili düşüncedeki deneyler, madde koordinatları iyi tutulduğunda, etki ve tepki salınımları olasılık olarak iyi çeşitlendirildiğinde ve olasılık ve imkân sınırları iyi test edildiğinde sonuç veren bir durumu göstermektedir.

Buluşun çeşitleri vardır; faydalı, faydasız, orijinal, vasat, etkili, etkisiz, geniş çaplı, dar çaplı, dar çerçeveli, geniş çerçeveli, zamanın ve geleceğin buluşları. Hani padişahın huzuruna gelen adam hünerini sergiler; on metre mesafeden bir ipliği fırlatarak iğne deliğinden geçirir. Padişah ödül olarak adama yüz altın verilmesini ve arkasından da yüz değnek vurulmasını emreder; adamın maharetinin iyi fakat bu kadar faydasız bir mahareti öğrenmek için geçirdiği zamanın, boşa harcandığı gerekçesiyle. Leonardo da Vinci’nin bazı buluş ve tasarımlarının zamanının ötesinde olduğu bilinmektedir.

 

Buluş Mekanizmasını İrdelemek İçin Bir Keşif Çalışması Örneği (Adilcevazlı Mucit Melle Kaptanın Aziz Hatırasına Atfedilmiştir)

 

 

Link 1

Link 2

 

Adilcevaz’da yaşayan ve bisiklet tamirciliği ile uğraşan Mucit lakaplı Buluşçu Ali, bir kahvehanede çayını yudumluyorken gazetelerde bir ilan gördü. İlanda şöyle bir problemden bahsedilmekteydi; Problem: “Eski Urartu Yazıtlarından Birinde 2300metre rakımlı Nemrut Krater Gölünün tabanının 200metre altında çok kıymetli bir definenin olduğu ve bu definenin yanında da insanlığın geçmişini anlatan çivi yazılı bir tablet bulunduğu yazılıdır. Bu define ve tablete en etkili bir şekilde nasıl ulaşılabilir?” ‘Bu define ve tablete ulaşmak için geliştirilecek plan taktikleri Başbakanlıkta oluşturulacak bir komisyonca değerlendirilecek ve birinci olanın planı uygulanacak, uygulama sonuç verdiğinde de sahibine 5 Milyon Türk Lirası ödül olarak verilecektir.’ Ali’nin yüreği kıpır kıpır, beyninde de şimşekler çakmaya başlamıştı bile. Başını kaldırıp şöyle bir etrafa göz gezdirip kulak kabarttığında şu sözleri işitti;

Bir Memur: - Yahu arkadaşlar Hükümet o parayı biz memurlara bölüştürse daha iyi olmaz mı? Olur işler dururken, olmaz işlerle uğraşılıyor.

Bir Esnaf: - Valla bu problemi çözmek için birçok kişi bu bölgeye gelir, buraya da uğrarlar, kesemiz dolar.

Bir Çocuk: - Amcalar ben böyle bir şeyi yabancı bir filmde seyretmiştim. Sonunda kahraman bir genç defineye ulaştı. Ali abi! Sen ne diyorsun bu işe?

Bir Yaşlı Amca: - Oğlum Ali abin ne diyecek! O’nun babası Melle Kaptan da mucitti. Ne oldu? Yaptığı şeylerin hepsi elinde kaldı, bir kişi hariç hiçbir kimse ve yetkiliden bir destek görmedi. Fakir bir yaşam sürdü, bu dünyadan göçüp gitti. Bu memlekete yeniliği hep yabancılar getirdiğinde rağbet görmüştür.

Ali: - Doğru söylersin amca da, ben artık bu işe kafa yormadan edemem ki. Ben planımı geliştireceğim. Gerisi hükümete kalmış.

Ali kahvehaneden kalkıp dükkânına doğru yürüdü. Bir yandan da problemin nasıl çözüleceğini düşünüyordu. Dükkânına geldi. Bir bisikletin tamirine başladı. Tamir yapıyorken, problem çözümü için nasıl bir yol izleyeceğini düşünüyor. Birbirinden ilgisiz ve kopuk birçok düşünce beyninden geçiyordu. Bisiklet define; define bisiklet; define define; yeraltı yer üstü derken, akşam oldu.

 


Akşamın yorgunluğunda evinde peş peşe taze tavşankanı çayla yorgunluğunu atıyorken çocuğunun bisikletini tamire getiren lisenin Felsefe Öğretmeninin kendisini cesaretlendirmesini hatırlayınca, adamı da dalını da takdir etti. İlçenin diğer bisiklet tamircisi teyze oğlunun dalga geçmesine ise biraz hayıflandı. Derken çayın da verdiği zindelikle problem ile ilgili düşünceler geliştirmeye başladı;

“Her şeyden önce ilgili Urartu Yazıtında yazılanlar doğru muydu? Eğer doğruysa göl tabanının 200metre altına bu define ve tabletler nasıl konmuş olabilirdi? 5 Milyon Türk Lirası ödül çok güzeldi ama geliştirilen planın uygulanması sonuç verdiğinde kazanılmış olacaktı. Urartu yazıtında yazılanlar gerçeği yansıtmıyorsa, geliştirilen en iyi plan bile hiçbir işe yaramayacaktı. Sonra birçok –hatta uluslar arası- yarışmacının da katılacağı yarışmada birinci (yarışmanın ikincisi olmayacaktı) olabilecek miydi? Boşuna kendini yormasa vazgeçse mi yoksa? Bütün âlem de duydu, kendisinden beklentiler de var, kendisi ile alay edenler haklı mı çıksın? Sonucu kesin olarak belli olmayan bir süreç! Rezil olmakta var vezir olmakta!” Bu düşüncelerle yatma vaktine erişen Ali: – ‘Neyse sabah ola hayrola!’ diyerek yatağına gitti ve bir müddet sonra derin bir uykuya daldı.

Lapa lapa kar yağıyordu, Süphan Dağına kuşluk vakti. Serçeler cıvıl cıvıldı ağaçların üstünde. Ali, Aygır Gölünün kenarında Üstü bulutlarla kaplanmış Süphan Dağının eteğini karların dokuyuşunu seyrediyordu. Soğuğa yakın ılıkça bir hava vardı. Yalnızdı Ali burada, ama canı sıkılmıyordu. Sonra karşıdan elinde bir kova ile bir ihtiyarın yanına doğru geldiğini gördü. İhtiyar, tanımadığı bir adamdı ama sabah kahvede konuştuğu yaşlı amcanın ses tonuyla konuşuyordu; - al yavrum sana ceviz getirdim, dimağına zindelik verir. Yalnız cevizlerimiz biraz serttir, elinle kıramazsın! Taşla kırarsan da tuzla buz olur, elinde bir şey kalmaz! Ali: - Sağ ol amca. Müsaade edersen sana bir soru sormak istiyorum. Urartu Kralları bu göle gelmişler midir? İhtiyar: - geldiler evladım geldiler, gölde yüzdüler de, sana ikram ettiğim gibi ben onlara da ceviz ikram ettim! Bu amca çok yaşlı olmalı diye düşündü Ali. Amca Ali’nin yanından uzaklaşıyorken gür kalan sesiyle bir şarkının sözlerini mırıldanıyordu: - Kalenin üstünde vardır burçları, Van Gölüne selam verir Zümrüdü Anka Kuşları! Tek başına kalan Ali’yi şimdi gölde bir anda peyda olan bir geminin kocaman mavi şapkalı kaptanı çağırıyordu. Ali esrarengiz gemiye doğru ilerliyorken, evlerinin yakınındaki camide okunan sabah ezanı sesiyle uyandı. İhtiyaç görüp, elini yüzünü yıkadıktan sonra pencereyi açıp o taptaze sabah havasını ciğerlerine doldurdu. Bu arada aniden geceki rüyasını hatırladı. Karmaşık bir rüya diye düşündü ve problem çözümüne çalışmak için içinde kuvvetli bir istek duydu.

Kızarmış ekmek, tereyağı, bal, zeytin, otlu peynir ve taze sıkılmış portakal suyuyla kahvaltısını yapan Ali, üstüne de orta şekerli kahvesini yudumladıktan sonra evinden çıkıp dükkânın yoluna koyuldu. Yolda yürüyorken ışıldayan güne eşlik eden sokak lambalarının ışıklarının etrafa yayılımını izliyordu. Yanmayan bir lambanın altından geçiyorken, yeraltının karanlıklarında definenin ve tabletlerin oraya nasıl konulduğunu düşündü. Sonra gerçekten böyle bir olay olmuş muydu diye geçirdi aklından. Bunların hepsi efsane mi diye mırıldandı, hafif bir sesle. Hatırına Van Kültür Müdürlüğünde Arkeolog olarak çalışan ilkokuldan sınıf arkadaşı Ahlâtlı Selim Durak geldi. Selimle ilkokuldayken oynadıkları ilginç oyunları hatırladı. O oyunlardan biri canlandı kafasında; caminin avlusunda oturmuşlar bir yandan biraz önce bakkaldan aldıkları yirmi beşer kuruşluk ikişer lokumu yavaş yavaş yiyerek zevk zamanını uzatmaya çalışıyorlar, bir yandan da sıra dışı şeyler hayal ederek birbirlerine anlatıyorlardı. Ali o sırada havadan geçen uçağın içinde hayal etmişti kendisini, otomobillerin bile ilçede iki üç tane olduğu o zamanda uçağın içini görmüş, oturmuş, uçmuştu bile! Selimle bugün biraz konuşmalıydı.

Dükkânın kapısını açıp içeriye girdi. Bugün tamir edilecek iki bisiklet vardı. İyi dedi kendi kendine, şu yeni geliştirmeye başladığım mekanik helikopter tasarımını da çalışabilirim bugün. Bisiklet tamiriyle meşgul olmaya başladı. O arada içeri postacı girip, selam verip hayırlı işler diledikten sonra çocukluktan beri babası Melle Kaptan vasıtasıyla abone olduğu Bilim-Teknik Dergisinin yeni sayısını ve on sekizinci yaşında abone olup, daha erken abone olamadığına hayıflandığı Felsefe Dergisini bıraktı. Ah! Dedi Ali, - işte benim hocalarım! – Babamın da hakkını teslim edeyim, daha ben 9, kardeşim de 7 yaşındayken geliştirdiği icatları bize anlatır, sonra da sorular sorup ciddi ciddi sorduğu soruların cevaplarını isterdi. İstediği cevapları verdiğimizde de bizi ikişer buçuk lira ile ödüllendirirdi. Ya kuşlardan, böceklerden, ıssız yollardan, dağdan taştan, ak karlı kıştan, çiçekli bahardan, vişneli kirazlı yazdan, kuru yapraklı güzden öğrendiğime ne demeli! Doğanın da hakkını vermeliyim, mavi gökyüzüne selam olsun!

Ali: - Merhaba Selim Can ne var, ne yok, nasılsın, işler yoğun mu?

Selim: - İyiyim Ali Can, işler epey seyreldi. Bunu fırsat bilip Urartu ve Türk Tarihi çalışıyorum. Sen nerelerdesin, görüşemiyoruz. Ne işle meşgulsün?

Ali: - İşte bildiğin gibi, ne işle meşgul olur Ali?

Selim: - Dur, tahmin edeyim; Kar yağdığında kızağını alıp Süphana gidiyorsun. Kayarken de düşüyorsun herkes de sana gülüyor.

Ali: - Bravo! Tam isabet. Ben hareket halinde ısınıyorum, herkesin de oturmaktan şeyi donuyor (Gülüşmeler). Selim sana bir şey sormak istiyorum.

Selim: - Başım üstüne Ali, buyur sor.

Ali: - Urartu Tabletlerinde anlatılanlar gerçek mi yoksa efsane mi?

Selim: - Gerçeği de var, efsanesi de.

Ali: - Pekâlâ anlatılan olayların efsane mi gerçek mi olduğunu nasıl anlıyorsunuz?

Selim: - Aynı çağı anlatan Urartu Tabletleriyle çağdaşı olan komşu milletlerin tarihi bilgilerini karşılaştırıyoruz. Olay efsane cinsinden bilgileri içeriyorsa, komşu milletlerin tarihinde benzer veya aynı şekliyle muhtemelen yer alıyor.

Ali: - Şu Nemrut Krater Gölünün altındaki define olayına ne diyorsun?

Selim: - Ha! Şu olay mı? Tablet çözümlendiğinde, komisyon üyeleri tarafından da çok tartışıldı. Olay başka milletlerin tarihinde geçmiyor. Ama olabilirlik açısından bakıldığında, o zamanın şartları da düşünüldüğünde gerçekten çok efsaneye benziyor. Hatta şu yorumu yapanlar bile oldu; o tarihlerde halk arasında yönetime karşı bir ayaklanma olmuştu. İşte bu efsane ortaya atılarak defineyi bulana ve onun yaşadığı tüm şehir ahalisine zamanın kralı tarafından ödül vaat edildi. Sırf halkın dikkati başka yöne kaysın diye.

Ali: - Ödül verilmiş mi, böyle bir bilgi var mı?

Selim: - Yok. Böyle bir bilgi yok. Zaten bu olayı anlatan başka tablet de bulunmadı henüz.

Ali: - Senin şahsi kanaatin ne?

Selim: - Valla bu konuda kesin bir kanaate sahip olamamakla birlikte zan sayılabilecek bilgilerim var, şöyle ki; Zamanın kralının komşu bir ülke ile bir savaştan değerli bir ganimet ile döndüğü biliniyor. O ganimet o kadar değerli ki sarayına getirse, savaşta yenilmiş kralın, kuvvetleriyle ganimete tekrar sahip olmak için bir müddet sonra saldırıya geçeceği kesin. Hatta elde edilen ganimet gidebileceği gibi tahtın da elden gitmesi söz konusu! Ganimeti başka bir yerleşim yerine saklasa orası da saldırıya uğrar. Bu nedenle defineyi götürüp gölün altına saklıyor ki, saklandığı söylenilen yer, söylenti şeklinde yayılsa bile kimse gerçek olduğuna inanmasın.

Ali: - Urartu Kralı definenin yerini tablete de yazdırıyor, halefleri tarafından gelecek zamanda yeri bilinsin diye!

Selim: - Aynen öyle.

Ali: - Pekâlâ Selim Can seni yordum. Çok teşekkür ederim.

Selim: Bir şey değil Ali Can. Görüşmek üzere.

İyi oldu telefonla Selimi aramam; kıymetli bilgilere ulaştım diye düşündü Ali. Fakat definenin, göl tabanının 200metre altına nasıl ulaştırıldığının cevabı henüz alınmamıştı. Birden aklına krater gölünün üst taraflarındaki buhar bacaları geldi. Fakat volkan 1450’lere kadar aktifti. Ama bu olay aktif olmayan zamanlara rast gelmiş olabilir miydi? Yok canım! 400–500 metre derinliğe kim cesaret edip inecek, hem volkanın aktif olmayan zamanları da olsa, aşağıya inildikçe sıcaklık artmaz mıydı?


 

Bisiklet tamirini bitiren Ali, Şimdi mekanik helikopter tasarımına çalışmaya başlamanın zamanı diye düşündü. Bu yapacağı tasarım, babasının Ali çocukken geliştirdiği ve yere bağlayarak uçurduğu helikopterin en az on adım önünde olmalıydı. Babası ne yapmıştı, yapılan o zaman için ne anlama geliyordu, Ali şimdi ne yapacaktı, bu ikisi arasındaki farklar neydi zamanımızın helikopteriyle Ali’nin yapacağı arasında farklar neydi, Ali’nin yapacağının artıları ne olacaktı? Ali helikopter tasarımının çizimleriyle akşamı etti. Tam güneş batımına yarım saat kadar kala dükkânını kapatıp evinin yolunu tuttu. Bu gün sabahtan akşama kadar dükkânın içinde loş ışıkta kaldığından hiç olmazsa günün son ışıklarından faydalanıp karamsarlığa düşmemek için.

Eve geldikten sonra kendini yatağa attı. Kısa bir şekerleme günün yorgunluğunu alır diye düşündü. Uyandığında iki saatin geçtiğini fark etti. Bir kahve içti ve evin salonunda bir ileri bir geri yürümeye başladı. Aylardan Marttı; gün ise 15’i gösteriyordu. Başbakanlık problemin çözümünü Haziran ayı sonunda istiyordu. Süre kısa değildi; ama uzun da değildi. Bu hafta sonu bölgeyi gezmeliyim diye içinden geçirdi Ali. Ama önce internetten bölge ile ilgili çeşitli bilgiler elde etmeliydi. Masaüstü Bilgisayarını açıp internette gezinmeye başladı. Bilgisayarın başından kalktığında beş saat geçmişti. Eksik bir şey bıraktım mı diye düşündü; “Krater Gölünün Jeolojisi”, “Krater Gölünün Fiziksel Yapısı”, “Krater Gölünün Bitki Örtüsü” “Van Gölünün Oluşumu”, “Nemrut Volkanının Yapısı ve Aktivite Yapısı”, “Doğu Anadolu Bölgesi Depremleri” “Nemrut Dağının Fiziksel ve Jeolojik Yapısı”, “Nemrut Dağındaki Göl Oluşumları” Webden ve Görsellerden bu başlıklar altında tarama yapmış ve kendine göre çeşitli notlar almıştı.

Pazar günü olduğunda bölgeye yalnız mı yoksa bir arkadaşıyla mı gideceği konusunda kısa bir tereddüt yaşadı. Yalnız gitmeye karar verdi ama arkadaşının av köpeğini de yanına alacaktı. Akşamdan hazırladığı bavulunu yeniden kontrol etti. Evet, her şey tamamdı; Dürbünü, not defteri, ruhsatlı tabancası, kalemi, defteri, ev malzemeleri takımı, halatı, atkısı, beresi, montu, nevale çantası. Eksik bir şey yoktu. Aşağı indi. Askerliğinden kalma botlarını giydi, kapıyı kilitleyip dışarı çıktı. Geçen sene aldığı ikinci el arazi vitesli cipine doğru yürüdü. Malzemeleri arkaya atıp, direksiyonun başına geçti. Siyah gözlüklerine davrandı ama vazgeçti. Arkadaşının evine geldiğinde “Hızlı” zaten onu bekliyordu. Arka kapı açılır açılmaz içeri daldı ve insan gibi koltuğa kurulup oturdu. Bir yandan kuyruğunu sallıyor, bir yandan da zevk mırıldanışlarıyla Ali’ye yağ çekiyordu. Arkadaşı, Ali’yi evin balkonundan el sallayarak uğurladı. İlçenin çıkışında Ali siyah gözlüklerini taktı ve bir şarkı mırıldanmaya başladı.

Arazi ve dağlar beş-on cm karla kaplı ama yollar açıktı. Gökyüzü masmaviydi, güneş ışık ve ısısını esirgemiyordu. Araştırma için güzel bir gün seçmişim dedi Ali. İçi yaşama ve araştırma sevinciyle coşku ile doluydu. Ahlat’tan geçiyorken Selçuklunun başarılarıyla gurur duydu. Biraz sonra sağa yol sapağına girdi ve Krater Gölüne doğru yol almaya başladı. Siyah gözlüklerini çıkardı. Yavaş yavaş ilerliyor. Tabiatın her bir kıvrım ve ayrıntısının farklı görünüşlerini içinde hissediyordu. Köylere yaklaşıyorken de torpido gözünde bulunan şeker paketini çıkardı, yolda rastlayan çocuklara şeker dağıtmak için. Şekerin kokusunu alan hızlının da mırıldanması artınca birkaç şeker de ona verdi. Nihayet köyleri, birkaç dereyi de geçip, krater gölünün tepesine doğru sardırdı. Tepeye varmaya birkaç yüz metre kala arabasını durdurdu. Dışarı çıktı. Hızlı da dışarı attı kendisini. Van gölünün manzarası nefisti. Göl de gökyüzü de masmaviydi. Gölün içine, çeşitli insanların içinde neşe ile devindikleri gemileri; gölün kenarına da yeşil alan ve dinlenme mekânlarını hayalinden koydu, Ali. Bir gün belki böyle olur diye geçirdi içinden. Hızlı da dışarıda boş durmadı; otların arasında gezindi, birkaç tarla faresi kovaladı. Sonra ikisi birden arabaya bindiler. Tepeye vardıklarında Ali arabayı tekrar durdurdu. Şimdi manzara daha da zenginleşmişti. Bir yanda Van Gölü, diğer yanda Nemrut Krater gölü! Krater gölü çukurundan yukarı tepelere doğru, dağ eriği çalılıkları buradaki küçük ormanın en büyük üyeleriydi. Çam ve diğer çalı türleri de bu popülasyonu tamamlıyordu. Önce, çıplak gözle manzaraların içimi, güzelliklerin ruhunun tam içinde hissedilmesi gerçekleşti. Sonra dürbününü aldı; sağdan-sola, aşağıdan-yukarıya, içeriden-dışarıya yavaş yavaş manzarayı taramaya başladı. Aşağı yukarı bir saat süren bu işlemden sonra, kalemiyle defterini çıkarıp birtakım çizimler yaptı ve bazı notlar aldı.

2600metrelik rakımlı dağın temiz havası, hesap ettiğinden daha erken acıktırmıştı kendisini. Sıcak Gölün yanındaki kulübedeki adamın bakalım nesi vardı? Arabasına bindi. Hızlı da onu takip etti. Aşağıya doğru inmeye başladı. Etrafı karlarla kaplı Sıcak Gölden çıkan buğular, çevresinin havasını yumuşatıyordu. Kulübedeki adamın misafirleri de vardı. Selamlaşma ve kısa bir hatır sormadan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti;

Ali: - Bu arkadaşlar kim, Kerim Gardaş?

Kerim: - Duymuşundur ve sen de ilgileniyorsundur Ali. Bu arkadaşlar Nemrut Krater Gölü Definesini araştırıyorlar. Seni tanıştırayım bu arkadaşlarla. Hans, kendisi Alman; Smith, İngiliz; Dai, Fars; Rafik, Lübnan’lı; John, Amerikalı; Aylin de Fransız.

- Bu arkadaş da Ali. Babası çevrede tanınan bir mucitti. (Tebessüm ve el sıkışmalar)

Ali: - Nasıl anlaşıyorsun bu arkadaşlarla Kerim?

Kerim: - Hepsi Türkçe biliyorlar.

Ali: - Hepsi Türkçe biliyor! Demek ki Türkçe dünya dili olmaya başlamış!

Kerim: - Dünyanın merkezi burası Ali! Elbette bilecekler. (Gülüşmeler)

Ali: - Ne yiyeceğiz Kerim, Bu arkadaşlar aç mı, tok mu?

Kerim: Kar kuyusunda gömülü, temizlenmiş bir yaban geyiğim var. Biraz sonra arkadaşlara ateşte çevireceğim, sen de katılmak ister misin?

Ali: - Evet! Evet! Ziyafetin üstüne gelmişiz. Ben arabadan ön yemelik bir şeyler getireyim. Sen de çay ver, açlığımızı biraz bastıralım.

Kerim: - Olur! Olur!

Ali arabadan nevale çantasını getirdi, yemek masasının üstünde açtı. Herkes, nevale çantasına iştahla bakıyordu. Hızlı da kuyruk sallayarak etraflarında dolaşıyordu. Herkese tandır ekmeği, otlu peynir, tereyağı ikram etti. Kerim de koskoca, dolu bir dağ eriği şurubu sürahisini masanın üstüne koydu. Hızlıya da birkaç parça sıyrılmış kemik attı. Atıştırmaya başladılar. Biraz sonra çaylarını yudumluyorlarken,

John: - Sana çok teşekkürler, Ali Bey! Ne lezzetli yiyecekler bunlar. Ben Fransa’da beş yıl kaldım. Şu otlu peynirinizin lezzet bakımından oradakilerden fazlası var eksiği yok.

Hans: - Almanya’da babamların kiracısı Vanlıydı. Ben bu tatların yabancısı değilim.

Aylin: - ben şu şurubu çok beğendim!

Ali: - Peynirimiz de, tereyağımız ve tandır ekmeğimiz de bütün Türkiye’ce bilinir ve severek tüketilir. Dağ eriği şurubu buraya mahsustur. Lezzetini gördünüz. Onu da artık siz dünyaya tanıtırsınız.

Dai: - Durun Ali Bey, biz daha buranın nelerini dünyaya tanıtacağız!

Rafik: - Ödülde de, tanıtmada da gözüm yok! Ben meraktan ölüyorum.

Smith: - Merak beni her zaman maceraya sürüklemiştir. Yalnız bu sefer ki zorlu olacağa benziyor.

Ali: - Gündeme oturan bu problemin çözümü, dünya kamuoyunda bir rahatlamaya da neden olacak. Problemi çözebilecek miyiz acaba? Ben çözen birisinin olacağını düşünüyorum.

Smith: - Çözemesek de, problem çözümüyle meşgul olarak macera için de yaşamak da güzel! Bizim hepimizi destekleyen birileri var, maddi sorunumuz yok. Senin durumun ne Ali?

Ali: - Açık söylemem gerekirse şu anda beni destekleyen birileri yok, ama kendi imkânlarımla araştırmalarımı yürütebileceğimi düşünüyorum. Geyik eti pişene kadar biraz etrafı dolaşalım mı?

Hepsi masadan kalkıp Soğuk Göl tarafına yürümeye başladılar. Hızlı da onları takip etti. Arkalarından Kerim şöyle seslendi: - Bir saat sonra sofrada olun! Buradan fazla uzaklaşmayın! Birbirinizden, fazla ayrılmayın! Ali devamla; - Ayıların uyanma zamanı! Buralarda da epeyce var.

Soğuk göl tarafı serindi. Ama içlerinde üşüyen yoktu. Kenardan, gidilebilen yere kadar yürümeye karar verdiler. Tek sıra halinde yürüyorlardı. Önde Aylin, en arkada da Dai vardı. Ali ikinci sıradaydı. Hızlının sırası belli değildi. Kah arkada kah önde neşe çığlıkları kopartarak, yürüyenlere eşlik ediyordu. Bu problemin çözümüne talip Türk kızları var mı acaba, varsa kaç tane diye düşündü Ali. Sonra Aylin’i incelemeye koyuldu; Pantolonlu, montlu, sarı saçlı, mavi gözlü, makyajsız fakat bakımlı bir yüz, takısız eller, erkek gibi yapılı, ortanın üstünde boylu, güzel sayılabilecek bir kız. İşte Fransız güzeli, araştırmacı Aylin! Bu arkadaşların meslekleri ne ola ki diye merak etti, Ali. Sorsa, acaba ayıp olur muydu?

Ali: - Arkadaşlar mesleklerinizi merak ettim. Ben bisiklet tamircisiyim. Hangi işlerle uğraştığınızı öğrenebilir miyim?

Aylin: - Ben arkadaşların mesleğini, uğraştığı işi tanıtayım sana Ali. Ben arkeologum. Hans matematik öğretmeni, John astronot, Dai petrol mühendisi, Rafik ilahiyatçı, Smith de ekonomisttir.

Dönüşleri bir saati biraz geçmişti. Kızarmışsınız! Diye takıldı onlara Kerim. Benim geyiğim daha güzel kızardı diye ekledi. Kokusu iki kilometre öteye geliyordu diyerek mukabele etti, Aylin. Masaya oturup geyik etinin servis edilmesini beklediler. Biraz sonra kerim bir sini üzerinde geyik etini içeri getirdi, kuzine sobasının üstüne koydu. Oradan servis etmeye başladı. Domates, soğan, acı ve tatlı mangalda közlenmiş biberler, haşlanmış kereviz, günek, tere, marul, nar ekşisi, limon, havuç, sobanın üstünde tuz ilave edilerek pişirilmiş ve suları kaba biriktirilmiş domalan, dağ eriği şurubu ve tandır ekmeği eşliğinde, neredeyse 15 kilo gelen etin hepsini bitirdiler. Kulübenin dışında hızlı neşeli neşeli havlıyordu. Müzik dinlemek ister misiniz, size müzik açayım mı diye sordu onlara Kerim. Çaylarını dağıtmaya başladı. Çaylarını içiyorlarken, teypten yükselen “eridi kalmadı dağların karı, yine dinmedi gönlümün efkârı” adlı Tatvan türküsünü dinliyorlardı.


Biraz daha hoşbeşten ve sağdan soldan konuşmadan sonra, Ali müsaade isteyerek kalktı. Gün ikindiye yaklaşmıştı. Hızlıyı, gönülsüz de olsa arabaya bindirdi; kendisi de bindi. Kraterin çıkışında arabasını, Tatvan yoluna doğru sürdü.

Kraterdeki soğuk ve sıcak hava bacalarını çocukluğundan beri bildiğinden ve hatta birer defa merakına yenik düşüp, neredeyse yirmişer metre derinliklerine kadar indiğinden, tekrardan inceleme gereği duymamıştı. İnternetten topladığı bilgiler ile bugün yapmış olduğu gözlemleri kafasında karşılaştırıp, kendince kritik değerde olanları aklının bir tarafına not etti. Aşağı çevre yoluna indiğinde, Ahlat tarafına dönmekle Tatvan şehir merkezine inmek arasında kısa bir tereddüt geçirdi. Sonra, şöyle, Cingöz lakaplı Bişar Doğru’nun kahvehanesine gidip biraz onunla sohbet etmek geçti içinden. Şehir merkezinin içine doğru sürdü arabasını. Kahvehanenin yanına geldiğinde arabasından inmeden içeri bir göz gezdirdi; Oooo…o! Cingöz Bişar sobanın etrafına sekiz on kişiyi toplamış, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Araba camının birini hafif aralık bırakarak, arabadan aşağı inip kapıyı kapattı ve kahvehanenin içine doğru yöneldi. Cingözün yönü kapıya doğru olduğundan gelenin Ali olduğunu fark etti. Hemen ayağa kalkarak yarı Ali’ye yarı arkadaşlarına dönük olarak, hafif alaycı bir tavırla ve yüksek bir sesle Ali’yi arkadaşlarına göstererek, - Ahanda arkadaşlar! Mucit Ali de geldi! Diye bağırdı. Sonra bir anda ciddileşip dostça; - Ali hoş geldin, dedi. Tiyatronun içine düştük herhalde diye düşünen Ali: - hoş bulduk! Hoş bulduk! Diye mukabele etti. Garsona seslendi sonra Cingöz; - güzel ve sıcak bir çay ver Ali’ye. Çayını mucidimiz beğenmezse, kafanı kırarım bilmiş ol ha! Diyerek de espri yapmayı ihmal etmedi. Ali de yanlarına oturdu. Sobanın ve çayın da verdiği sıcaklıkla vücuduna yavaş yavaş rehavet yayılıyordu. Az konuşup çok dinlemek daha iyi olacaktı.

Cingöz: - Şu yan otelde kalan turistler, sabah gelip burada kahvaltı ettiler. Çay verdim onlara, çok beğendiler! Beşer, altışar bardak içtiler. Yalnız şuna hayret ettim; Aralarında bazen İngilizce; çoğunlukla da Türkçe konuşuyorlardı. Yukarıda Kraterde define mi arıyorlarmış ne? Her birinin elinde çeşitli çizimler vardı. Tartıştılar da tartıştılar. Valla ben konuşmalarından, Krateri delip suyunu Van Gölüne akıtacaklarından şüphelendim.

Bakkal Recai: - Korkma Cingöz! Van Gölü taşarsa, Tatvan’dan en önce kaçan sen olursun.

Cingöz: - Ne taşması lan, Recai! Koskoca Van Gölünün taşmayacağını herhalde biliyorum. Krater Gölünün suyu biterse buraya turist gelmez. Sen de turistlere büsküi, çerez satamazsın, ona üzülüyorum.

Duvar Ustası Kazım: - Mucide soralım, O, daha iyisini bilir.

Ali: - Endişeye gerek yok arkadaşlar! Problem öyle bir şekilde çözülecek ki, ne çevre zarar görecek bu işten, ne de insanlar.

Cingöz: - Tamam Ali, problemi sen çözersen bu olur da, elin memleketinin adamına ben nasıl güveneyim?

Ali: - Problemi ben de, onlar da çözsek aynı olacak arkadaşlar! Aklın yolu birdir, şüpheniz olmasın.

Belediye Temizlik İşçisi Garip: - Mucit doğru söyler, arkadaşlar. Sokaklara bizim insanımız çöp atar da bunlar atmaz. Evi tertemiz olan bir insanın sokağa çöp atması ne anlama geliyor, bir düşünün.

Cingöz: - Bırak kendi insanını eleştirmeyi Garip Efendi! Kilometre mesafede çöp sepeti koyacağınıza, siz de metre mesafede koyun, o zaman herkes çöpünü çöp sepetine atar. Bak benim kahvehanemin içinde, dört köşede de çöp kutusu var.

Ali: - Çayın güzelmiş Cingöz, ben artık kalkayım. Müsaadenizle!

Arkadaşların Hepsi Birden: - Müsaade senin Ali, Güle güle! Cingöz devamla; - Arkadaşlar! Ali, senede iki üç defa buraya uğrar, bir-iki bardak da çay içer gider. İşte yerli turist böyle! Ne yaparsın?

Ali: Yakınlarda sana daha fazla para kazandıracağım Cingöz! Allaha ısmarladık.

Cingöz: - Oldu anlaştık. Yolda dikkatli git.

Ali arabasına bindi. Hızlı kıpırdamadan yatıyordu. Yine de kuyruğunu sallamayı becerebildi. Dağın temiz havası Hızlıyı da epey sakinleştirmişti. Akşamın olmasına bir saat kadar zaman kalmıştı. Akşamı biraz geçe Adilcevaz’da olurum diye düşündü Ali. Düşündüğü vakitte de Adilcevaz’a vardı. Hızlıyı sahibinin evine bırakıp, doğruca evine gitti. Biraz açlık hissediyor olmasına rağmen kuvvetli bir şekilde uyku hissediyordu. Elbiselerini çıkardı. Pijamalarını giydi. Kendisini yatağa attı. Yatağa uzanır uzanmaz da derin bir uykuya daldı.

Sabah dinç bir şekilde uyanan Ali, güneşin gülümseyen ışıkları eşliğinde kahvaltısını yapıyorken, gece rüya görüp görmediğini düşündü; film sahnesi akmaya başladı zihninden,

“Krater Gölündeydi. Gökyüzü masmavi, hava da sıcaktı. Bulunduğu yer açık tepeler ise kalınca sayılabilecek bir kar tabakasıyla kaplıydı. Arabasının içinden tepeleri seyrediyordu Ali. Derken, navigasyon cihazında bir yazı belirdi. Beyaz zemin üzerine mavi harflerle yazılan yazıdaki ifade şöyleydi; “Ayılar inlerinde aç kaldı! Yiyeceklerini onlarla paylaşabilir misin?” İfadenin sonundaki soru işareti kırmızı renkte ve yazı karakterinden büyüktü. Ali, cevap yazması gerektiğini düşündü. Kalemiyle ekranın üzerine; “evet paylaşabilirim” diye yazdı. El yazısı formunda yazdığı yazı ekrana, daktilo harfleri olarak çıkıyordu. Sonra nevale çantasındaki erzakları, on tane torbacık haline getirdi. Kapı penceresini tamamen indirdi. Erzak paketlerini tepelere doğru tek tek fırlatmaya başladı. Fırlattığı paketlerin değişik ayı inlerinin ta içine düştüğü navigasyon cihazının ekranında görülüyor, sağ alt köşede de ‘ bravo tam isabet!’ diye yazı çıkıyordu. Ayıların mutluluk homurdanışlarını uzaktan duyabiliyordu.”

İlginç bir rüya diye düşündü Ali. Şimdiye kadar hiç basketbol oyunu oynamadığı geldi aklına. Önceki rüyasında da yorumlanacak öğeler vardı. Bu iş için sakin bir zamanda kafa yormalıydı. Bu gün yapacağı işleri planlıyorken, kahvaltı sofrasını topladı. Evinin kapısını kapatıp, dükkânının yolunu tuttu.

Dükkânının kapısını açtı. Masasının başına oturdu. Helikopter tasarımının çizimlerine kaldığı yerden devam etti. Bu tasarımla bütün dünyada tanınırım herhalde diye geçirdi aklından. Yok canım! Dedi hafif bir sesle sonra. – bir bisikletçiyi kim kaile alıp da değer verecek? İngiliz bisikletçi kardeşler geldi, sonra hatırına. Bir de hazerfen Ahmet Çelebi! Şu soruyu kendi kendine sormadan edemedi; - Zamanın Yönetimi, yani padişahı-veziri-uleması acaba Hazerfeni destekleseler, ona gereği gibi sahip çıksalardı, biz ve bütün dünya Türk yapımı hava araçlarıyla mı yolculuk yapıyor olurduk? - Şüphesiz! Diye cevapladı sonra yine; - Şüphesiz öyle olurdu. Kendisi bugün ki örneklerinden daha iyi bir helikopter tasarımı geliştirse ne olacaktı (bu cümlenin sonuna bir ünlem, bir soru işaretini defalarca koydu kafasından)


 

İki cevabı vardı bu sorunun. Birincisi; “ bu haber gazetelere çıkar, resmi sivil her kes duyar, her ilgili resmi ve sivil kurumlara müracaat eder. Böyle bir icadı görmezlikten, duymazlıktan gelirlerdi. Cevap bile vermezlerdi. — Babasına böyle yapmamışlar mıydı? Sorun neydi; babasını mı anlamamışlardı, babası mı kendisini iyi anlatamamıştı, icatlar birtakım çıkar gruplarının işine mi gelmemişti? -

Bu birinci cevap, toplumumuzdaki klasik cevaptı. Ne yap sındı o zaman Ali? Oturup sadece bisiklet tamiriyle uğraşsın; tabelası olmayan dükkânına da kocaman kırmızı harflerle “BİSİKLETÇİ ALİ” diye mi yazdır sındı? Böyle yapsa birileri bundan memnun olurdu ama Ali’nin beyninden, yüreğinden hatta ruhundan kopan güçlü dağ pınarları, köpüklü birer sel olup defalarca O’nu götürüp Van Denizine döker ve oranın da en derin yerine gömerdi (sonra da Ali’nin ruhu oradan hortlar, Van Gölü Canavarı olarak her gece kendi rüyalarına girerdi). Bu nedenle Ali, birinci cevaba rağbet edemezdi.

İkinci cevap da kendisinin ürettiğiydi. Bir anda ayağa kalktı şöyle seslendi, duvardaki babasının resmine ve çeşitli milletlerden bazı büyüklerin gerçek veya temsili resimlerine (Sokrat, Aristo, İbni Sina, Farabi, Alpaslan, Fatih, Kanuni, Atatürk, Büyük İskender, Abraham Lincoln ve Artuklu Veziri El Cezeri) bakarak; - Ben! Evet Ben! Melle Kaptan Oğlu, Ali! Sizlere Layık Olmaya Çalışacak ve Dünya Problemlerinden Önemlilerini Çözeceğim. Bak! O Zaman Milletimin Büyükleriyle Göz Göze Geleceksiniz!

Öğleye kadar çizimlerle uğraşan Ali, birden bisiklet konusunda hiç yeni bir şey geliştirmediğini düşündü. İşte dedi mucitlik böyle olur! Her şeyle uğraşırsın; kendi işinde bir gram bile ileri gitmek aklına gelmez. Bisikletleri geliştirse şöyle yapardı herhalde; bisiklet iki tekerlekli kalmalı ancak düşme tehlikesi olmamalıydı. Daha az güçle daha hızlı veya yavaş, her yöne daha kolay ve güvenle gidilebilmeliydi. Bu fikirleri aklının bir yerine not etti. Tam dükkândan çıkıyordu ki telefon çaldı. Deniz kenarındaki lüks lokantayı işleten Tavacı Şükrü arıyordu. Misafirleri olduğunu, oraya gelip gelemeyeceğini soruyordu. Gelebileceğini söyledi Ali. Dükkânını kapatıp aşağıya doğru yöneldi. Neden, bu adama Paracı Şükrü diyorlardı? Bir yandan da onu düşünüyordu. Lokantanın kapısında karşıladı Ali’yi Şükrü. İçerde on kadar kişi yemek yiyordu. Masanın başında yavaş hareketlerle yemek yiyen ve ara sıra konuştuğunda herkesin O’nu izlediği adamı işaret ederek; - Bu adam senin Alpaslan’dan Felsefe Öğretmeninmiş Ali!

Ali: - Yok! O, Ağabeyimi kastetmiştir. Ben ortaokuldan sonra okumadım. Şükrü: - Neyse gel! Adama bir görün.

Felsefe Öğretmeni: - Ulan Necati! Bak sigarayı okuldan sonra bırakmışsın. Boyun da uzamış, kilo da almışsın. Hilmi Çakıroğlu boşuna koşturmuş senin peşinden.

Ali: Yok efendim! O, Necati, Ağabeyim. Ben O’nun küçük kardeşiyim, ismim, Ali.

Felsefe Öğretmeni: - Gel otur şöyle gel otur. Necati nerde, şimdi ne yapıyor, eskisi gibi yine sigara tiryakisi mi? Baban da rahmeti olmuş! Allah rahmet eylesin. Çok girişimci, çok cevval bir adamdı.

(Şükrü araya girerek) – Ali de babasını aratmaz Hocam.

Ali: - Necati şimdi İstanbul’da dünyanın bastonunu yapıyor. Hali vakti yerinde, artık sigara içmiyor. Boğazdan geçen gemileri seyrederek efkârlanıyor. Arkasına demli çay içerek efkârını dağıtıyor. Babam 1999’da vefat etti.

Felsefe Öğretmeni: (kızlı erkekli gruba bakarak) – Ali’nin babası mucitti. Alpaslan’a geldiğinde hasbıhalimiz olmuştur. (sonra Ali’ye dönerek) Babanın yarım bıraktığı, maalesef destek ve para bulamadığından hayata geçiremediği işleri sen tamamlayacaksın herhalde!

Ali: - Hocam ben şu anda yeni bir helikopter tasarımı üzerinde çalışıyorum. Yalnız çalışma prensipleri babamın geliştirdiğinden farklı. Benimkisi mekanik. Bir de, duymuşunuzdur hükümetin tarihi bir olay üzerinden açmış olduğu problem var, onu çalışıyorum. Babamın yapmayı ve hayata geçirmeyi çok istediği projesi; barajsız elektrik üretme fikriydi. Ömrü vefa etmedi.

Felsefe Öğretmeni: - Ali benim projeyi duydun mu? “Durgun Sularda Elektrik Enerjisi Üretme” fikrini! Tamamen temiz bir enerji, küresel ısınmanın önüne insan eliyle koyabileceğimiz en büyük taş.

Ali: - Hocam böyle bir buluşu gazetelerden okudum, çok gururlandım, hatta Van Gölünde uygulanabilirliğinden de bahsediliyordu. Çok heyecanlandım. Ama hocam o buluş, hatırladığım kadarıyla bir üniversite hocasına aitti.

(Grupta gülüşmeler!)

Felsefe Öğretmeni: - O, benim, ben. Alpaslan’dan sonra üniversiteye geçtim. Ama lise öğretmeni, üniversite öğretmeni, sonuçta öğretmeniz işte. Ha Ali! Bizim Türk Üniversitelerinde her kes öğretmeye çok meraklıdır. Bir türlü, öğrencilerin kendi yaşantıları ve deneyimleriyle öğrenmelerine yeterince izin vermeyiz. Bizim öğrencilerimiz üniversiteden mezun olduktan sonra, yanlışlarından oluşan bir dizi tecrübelerinden sonra kendi ayaklarları üzerinde durmayı öğrenirler.

Ali: - Anlıyorum Hocam. Hocam, projeniz çok güzel de; gerçekte petrol imparatorluğunun dünyada hüküm sürdüğü günümüzde sizin projenizi nasıl uygulayacağız. İlgililerden yeterince destek var mı?

Felsefe Öğretmeni: - Aliciğim, yeterince var dersem yalan olur. Ama şimdi bu bölgede bulunmamızın nedeni; Van Gölü Havzası Belediyeler Birliği Komitesinden aldığım davettir. Yarın komite önünde buluşumuzu ve projeyi sunacağız. Yüksek Lisans ve Doktora Öğrencilerim de konuyla ilgili çeşitli açıklamalar yapacaklar.

Ali: - Sevgili Hocam, girişimleriniz için sizi kutluyorum. Belediye Başkanlarından üç tanesiyle tanışıyoruz. Biraz sonra dükkânıma geçtiğimde Onları arayıp, meselenin önemini, bölge ve Türkiye için getireceği artıları bir de ben anlatacağım ve projeye desteklerini isteyeceğim. Hocam ben biraz sonra kalkacağım. Müsaadeniz olursa çalışmalarım ile ilgili varsa birkaç tavsiyenizi alabilir miyim?

Felsefe Öğretmeni: Ali! Mucit Kaptanın oğlunun da buluş işleriyle uğraşması beni ziyadesiyle memnun etti. İlk elde sana yapacağım tavsiye; çevrendeki yetenekli birkaç çocuğu da buluşa yöneltmendir. Bak biz internette bir “Buluş Okulu” açtık orayı da takip edin. Sonra, yaptığın çalışma ve buluşlarla ilgili yeterince destek göremesen de devam et; zamanı gelir ve bir de bakarsın ki senin kapını çalıyorlar. Son olarak ta doğayı iyi gözlemle-incele-araştır. Doğa, nihayetinde hepimizin en iyi öğretmenidir.

Ha! Necati’ye selamımı söyle, bir baston da bize yapsın, yavaş yavaş ihtiyarlıyoruz. Bedri’ye de selamımı söyle, O da Alpaslan’dan öğrencimdir. İrtibatta kalalım, ara sıra haberleşelim.

Ali: Olur Hocam, olur! Web Sitenizi ziyaret ederim, haberleşiriz. Şimdilik hoşça kalın.

(Ali masadan kalkar, lokantanın dışarısına doğru yönelir)

Mehmet (Doktora Öğrencisi): - Hocam Ali’nin bakışları ve yüz çizgileri müthişti. Bu kişi, büyük buluşlara imza atacak diye düşünüyorum.

Felsefe Öğretmeni: Bravo Mehmet! İyi teşhis. Koyun faydalı ve munis; Kurt zararlı ve vahşidir. Ancak kurt bakışı, buluşçu bir bakıştır. Öğretmenlikteki otuz yıllık tecrübeme dayanarak söylüyorum. Bir sınıfa girdiğimde öğrencilerin bakışlarından yetenek ve derse ilgi düzeylerini anlarım.

Menekşe (Yüksek Lisans Öğrencisi): Çünkü Hocam, dikkat bakışta yansır.

Felsefe Öğretmeni: - Aynen öyle Menekşe! Bak senin de bakışlarından ne kadar güzel ve zeki biri olduğun anlaşılıyor. Bakmanın güzellikle de ilgisi var, yani. Haydi, şöyle biraz hareket! Deniz kenarında yürüyelim biraz.


 

DEVAM (Hepsi birden masadan kalkarlar. Şükrü Onları lokanta bahçesinin kapısına kadar uğurlar. Bahçe kapısından çıkıyorlarken, Felsefe Öğretmeni, Şükrü’ye, Ali için dükkânına öğle yemeği götürmesini tembihler.)

Ali’nin arkasından gelen garson; - Ali abi, Şükrü Usta sana yemek gönderdi. Diyerek, yemek tepsisini masanın üstüne indirdi. Cebine davranan Ali’ ye alçak bir sesle; - tamam Ali abi tamam! Tahsil edildi, dedi.

Yemeğini bitiren Ali, yemeğin verdiği rehaveti yenmek için büyükçe bir fincan kahve içti. Yarım saat kadar sonra bir ileri bir geri dükkânın içinde dolaşıyordu. Kahve biraz fazla uyarmıştı kendisini. Bu gerilimle daha fazla içerde kalamayacağını anladı. Belediye başkanlarıyla telefonla konuşma işini akşama erteledi. Kapısını kapatıp dükkândan çıktı. Evine doğru yöneldi. Dağ giysilerini ve gerekli müştemilatı kuşandı. Hava günlük güneşlikti, besberraktı. Dağda kar duruyor, daha alçak yerlerde ise erimeye başlamıştı. Evinin önünde duran arabasına bindi. Adilcevaz’ın dışına çıkarak, Aygır Gölüne doğru sürdü. Yolun yarısında arabasını durdurdu. Dışarı çıktı. Temiz hava beynini açıyordu. Yüreğinde sıcaklık hissetti. Manzara nefisti. Bir karlı Süphan Dağını seyrediyor; sonra dönüp, Van Gölünün ve gökyüzünün maviliklerine dalıyordu. Aylin’le, lokantada hocanın yanında gördüğü güzel kız geldi aklına. Bekârlık geçmişinin hikâyesi geçti kafasından; yaşı otuz sekize gelmiş hala bekârdı. Aylin’le evlendiğini geçirdi bir anda düşüncesinde; Birlikte buluş yaparlar, Türkiye’nin her tarafını gezerler, Fransa’ya giderler, otlu peyniri Fransa piyasasına sokarlar ve bundan iyi para kazanırlar, Avrupa memleketlerini dolaşırlardı. Pekâlâ, lokantada gördüğü güzel Türk kızıyla evlense nasıl olurdu; bir tane çocukları olur, ikisi birden onun üstüne düşer çocuğu pımpısırık birisi yapar çıkarlar, sık sık tartışırlar kavga ederler, buluş için de birlikte değil ayrı ayrı çalışırlardı. — Yok, canım diyerek silkeledi kendisini; - ne evlenmesi, ne Aylin’i ne Fransa’sı! Çözülecek o kadar dünyanın problemi varken, nerden gelmişti bu kadın meselesi aklına?

Arabasına bindi. Aygır gölüne doğru devam etti. Aygır gölüne vardığında dağ tarafına doğru sürdü. Köyü geçip ilerdeki küçük dereye vardı. Göl kenarındaki Necip’in kahvehanesinin bacasından dumanlar ince ince süzülüyordu. Necip burada isteyenlere kavurma falan da yapıyordu. Herhalde içerde birkaç kişi vardır diye düşündü. Ama onun canı kapalı alanı değil, doğayı çekiyordu; dağın kıvrımlarını, karın beyazlığını, suların şırıltısını, kuşların uçuşunu ve cıvıltılarını, notalı ötüşlerini, güneşin aydınlığını içine çekmek istiyordu.

Arabasından indi, derenin dağın dibindeki kaynağına doğru ilerlemeye başladı. Dere şırıl şırıl sakince akıyordu. Bir sığırcık sürüsü cıvıldaşarak yanından uçtu. Derenin bir kıvrım dönüş yerine geldi. Sakin şarkıların yerini şimdi kızgın homurtular almıştı. Yamaçlarda yarım metre civarında diş diş kar vardı. Ama zaten kaynağa da elli metre kadar kalmıştı. Şöyle patika yollu yamacı yandan tırmanıverdiğinde suyun “Akgöze” diye anılan düzlük küçük bük yerindeydi. Öyle de yaptı yavaş yavaş patika yoldan hafifçe de batarak –batması kaymasını önlüyordu- suyun kaynağına ulaştı. Kaynağın aktığı yerin yan tarafında çalılıkların arkasında küçük bir kıpırdanma fark etti. Yerden bir taş alıp oraya doğru attı. Bir çığlık koptu oradan. Aaaa! Bir de ne görsün; iki tane sevimli küçük ayı yavrusu. Hemen biraz arkasından da güçlü bir homurdanma işitti. Yavruların annesi olmalıydı! Elini beline attı; oradan çıkarmaya fırsat bulamadan da yuvarlanmaya başladı.

Yuvarlanma durduğunda karanlık etrafını sarmıştı. Apaydınlık günün ortasında gece olmuştu. Kısa bir sersemlikten sonra kendine geldi. İki eli de bel hizasında kalmıştı. Belinden avcı bıçağını yavaş hareketlerle çıkarmaya muvaffak olabildi. Bir ileri bir geri yaparak, bıçak yardımıyla elini yüz hizasına getirdi. Yüzünün ve ağzının önünü yirmi beş- otuz santimetre kadar açtı. Bu kubbeyi eliyle biraz daha genişletti. Şimdi rahatça nefes alabiliyordu. Diğer elini hissedip hissetmediğini kontrol etti. Elini hissedebiliyordu. Hafifçe oynattı. Tamam, tabancası elinin altındaydı. Üzerinde biriken kar kütlesinin yüksekliğine tahmini olarak bir değer biçti; en az dört, en fazla beş metre olabilir, diye düşündü. Silahlı elini de yavaş hareketlerle bir ileri bir geri yaparak yüzünün hizasına getirebildi. Şimdi bir risk almak durumundaydı; tabancasında on dört kurşun vardı. Ama aklından o anda geçirdiği çözüm için kemeri de lazımdı. Tabancasını göğsünün üzerine bıraktı. Elini beline getirdi ve yavaşça belini de oynatarak pantolon kemerini çıkarabildi. Kemeri de göğsünün üstüne koydu. Yere düşeli on beş dakika kadar olmuştur, diye geçirdi içinden. Aşağı yukarı bir o kadar zamanı daha kalmıştı. Bu zaman içinde kurtulamazsa donmaya başlardı. Kemerinin iki ucunu avcı bıçağının sapının iki yanında yer alan çelik halkalara bağladı. Sapında küçük bir ikinci bıçağı koymak için açmış olduğu çelik deliğin kapağını kaldırdı. Küçük çakıyı içinden çıkardı. Tabancasının namlusunu bıçağın sapının içine yerleştirdi. Bıçağın ucuna yön tayin etti, mecburen kafa hizasının yönüne doğru olacaktı. İnşallah kafasının hizası iki derenin boşluğuna doğruydu. Dağa doğruysa, dışarı çıkayım derken daha da içeri gömülebilirdi. Bıçağına bağladığı kemerin iki ucunu sapa yakın yerlerinden dengeli bir şekilde iki eliyle sıkıca kavradıktan sonra silahını ateşledi. Bir metre kadar sürüklendi. İkinci el, üçüncü el, dördüncü el derken üzerindeki karların hafiflediğini hissetti. Atışlardan sonra üzerindeki ağırlık artsaydı. O ağırlıkta bir de vücudunun yönünü değiştirmeye çalışacak ve belki de bunu beceremeyecekti. İki silah daha atışından sonra kafası dışarı çıktı. Beş-altı dakika daha uğraştıktan sonra çığdan kurtulmayı başardı. Etrafına bakındı. Tabancasında sekiz kurşun kalmıştı. Uzaktan insan bağırışları geliyordu. Biraz sonra Necip ve müşterileri Ali’nin yanındaydılar.

Necip: - Ne oldu Ali! Ayı mı, kurt mu, ne saldırdı sana? Silah sesleri duyduk. Buraya çığ da düşmüş!

Ali: - Yok bir şey Necip, yok! Dere biraz gürüldesin diye, havaya birkaç el ateş ettim. Bak düşen karlar biraz sonra derenin sularını coşturacak!

Necip: - Eee, ıslanmışsın da! Üstün, başın, her tarafın kar olmuş!

Ali: - He! Ayağım kaydı, ondan.

Necip içinden homurdanır; (- Bu mucitler biraz dengesiz olurlar. Garibimin herhalde bu ara eli boş! Macera aramış kendine.) – Neyse Ali, bizi korkuttun! Silah seslerini duyunca vahşi hayvan saldırısı var sandık. Hadi kahvehaneye gidelim. Sana sıcak çay vereyim. Üstünü başını da kurutursun.

Ali: - Olur Necip Gardaş! Gidelim.

(Hep beraber gölün kenarındaki Necip’in kahvehanesine doğru yönelirler)

Günün akşamından sonra yatsı vaktinde, Ali okunan ezandan duygulanmıştı. Tanrım, diyordu; beni bana, sevdiklerime, milletime ve insanlığa bağışladın. Bir can neydi ki ölür giderdim! Bu korkunç badireden kurtulduysam bunun kaderi bir değeri olmalıydı. Müezzinin davetine icabet etti. Camiden dönüp eve geldiğinde Belediye Başkanlarına telefon edeceği hatırına geldi. Telefonu çevirdi;

Ali: - Merhaba Ben Adilcevaz’dan Ali!

Karşıdaki Kişi: - Adil Ceviz’in Ali mi? Ben böyle bir kişiyi tanımıyorum!

Ali: - Pardon ağabey yanlış numara çevirmişim. (Telefonu kapatır)

Ali: - Merhaba Başkan, ben Ali! Adilcevaz’dan.

Karşıdaki Kişi: - Ali merhaba! Ben Başkanın yardımcısı, Mahmut! Başkanı biraz önce İstanbul’a uğurladık. Telefonunu bana yönlendirmiş, buyur.

Ali: - Sağ ol Mahmut! Özel görüşecektim kendisiyle. Ben sonra ararım kendisini. Hoşça kal. (Telefonu kapatır)

Ali: - Merhaba Başkan! Ben, Melle Kaptanın Ali!

Karşıdaki Kişi: - Ali Ağabey merhaba! Ben Başkanın oğlu Cemil! Kendisi dün İstanbul’a gitti. Buyur diyeceğin bir şey varsa, ben kendisine iletirim.

Ali: - Sağ ol Cemil. Özel bir konu görüşecektim kendisiyle. Ben kendisini sonra ararım. (Telefonu kapatır)

Üçüncü Başkanı aramaktan vazgeçen Ali, ben de belki rüyamda İstanbul’u görürüm diyerek, yatağına gitti. Yatar yatmaz da derin bir uykuya daldı.


 

Güzel bir uykunun sabahında, dinç bir şekilde kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Eşofmanlarını giydi. Balkonda kültür – fizik hareketleri yaptı. Vücudunun biraz tutulduğunu fark etti. Eğirdir Komando Okulundaki askerlik anıları geldi aklına. Kışın Davraz Dağına gidip, yarım metre karın üzerinde bazen de iki metre karın altında eğitim yaparlardı. Çığdan kurtulmamda komando olarak askerlik yapmamın payı var, diye düşündü. İçeri girdi, kahvaltısını yapıp çalışma masasının başına geçti. Olasılıkları kafasından geçirmeye başladı;

Defineyi soğuk hava bacalarından indirmişlerdir!

Defineyi buhar bacalarından indirmişlerdir!

Defineyi dağın dış yamacından açtıkları tünel vasıtasıyla indirmişlerdir!

Büyücüler büyü yaparak, defineyi oraya cinlere koydurtmuşlardır!

Yeraltı su akıntısının dağ tarafına sonda yapıp, akıntı vasıtası ile iletmişlerdir!

Şahmeran uykuda iken define sandığını vücuduna bağlamışlardır. Uyanınca o indirmiştir!

Daha fazla olasılık var mıydı? Elbette vardı, ama şimdilik bu kadarı yeterdi. Bu olasılıklardan çoğunu; olmaz, tehlikeli, çok zahmetli, çok uzun sürer, kolay, tercih etmezler, herkesin aklına gelir, efsane, masal diyerek düşüncesinde eledi. Buhar bacalarından birinden operasyon yapmış olabilirler miydi? Buhar bacaları sıcak gölün altına doğru iniyordu. Sıcak gölün en derin yeri yüz metre, kışın su sıcaklığı kırk, yazın da altmış dereceyi buluyordu. Göl tabanının iki yüz metre altında muhtemelen bir yeraltı gölü var, sıcaklığı da ihtimal en altına doğru yüz dereceyi buluyordu. Define buraya konmuş olabilir miydi? Telefona uzandı.

Ali: - Remzi merhaba! Ben Ali! Nasılsın, işlerin nasıl gidiyor?

Remzi: - İyiyim Ali! İşler de iyi, sen nasılsın? Buyur!

Ali: - Ben de iyiyim Remzi, sağ ol. Bana yarına kadar, yirmi santimetre karelik sürmeli kapaklı, kapatıldığında hava ve ışık irtibatını kesen düzenekte olan beş tane ayna yapabilir misin?

Remzi: - Bizim işimiz bu, Ali! Yaparım. Yarın saat on gibi gel al!

Ali: - Remzi sağ ol. Ha! Remzi! Camlar güzel temizlenmiş olsun! Üzerinde toz zerrecikleri kalmamasına dikkat edelim!

Remzi: Merak etme Ali! Cıncık gibi aynayı, gelip alırsın!

Ali: - Tamam Remzi anlaştık. Hoşça kal! Yarın görüşürüz. (Telefonu kapatır)

(Ertesi Gün)

Remzi: - Valla Ali! Amma dakiksin ha! Bak, saat tamı tamına on!

Ali: - Bizim insanımız alacağına dakik, vereceğine biraz yavaştır bilirsin, Remzi!

Remzi: - Valla ben dakikası dakikasına veriyorum! (camları kâğıtlara sarmış olarak arabanın arka koltuğuna koyar) (gülerek) sen yoksa veresiye mi alıyorsun?

Ali: - Ne denmiş bir hadis-i şerifte; işçinin emeğinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz. (Camların parasını öder) Hadi eyvallah! Hayırlı işler.

Remzi: - Güle güle Ali! İşin rast gelsin.

Arabasına binen Ali, bir saat sonra kraterde buhar bacasının yanındaydı. Her yirmi dakikada bir, bir ayna ile içeri giriyor, aynayı bacanın iç tarafına doğru tutup sürmeli kapağını birkaç saniye açarak sonra da kapatıyor ve hemen o aynayı dışarı çıkarıp bir taşın üzerine bırakıyordu. Beş ayna ile sırasıyla bu işlemi yapan Ali, biraz da çıplak gözle etrafı seyrettikten sonra arabasına atladı ve evinin yolunu tuttu. Eve vardığında özenle camları eve götürüp her birini sırasıyla kanepenin üstüne dizdi. Sonra evden çıkıp dükkânın yolunu tuttu.

Akşam eve geldiğinde ilk işi ayna kapaklarını birer birer çıkarmak oldu. Evet! Tam düşündüğü gibiydi. Kükürtlü buhar zerrecikleri aynada iz bırakmıştı. Aynaları önce sırasıyla teker teker, sonrada sıra gözeterek birbirleriyle karşılaştırarak inceledi; Birinci, üçüncü ve beşinci aynalardaki fotoğraf ile ikinci ve dördüncü aynalardaki fotoğraf birbirinden farklı idi. Birinci, üçüncü ve beşinci aynalardaki fotoğraf helezoni dairelerden oluşuyor. İkinci ve dördüncü aynalardaki fotoğrafın ortasındaki helezoni daireler daha bir belirginleşiyordu. İki seri fotoğrafta da ortada bir yerde dikine doğru bir yayılım çizgisi vardı. Bir saklı, bir tuzak diye düşündü. Ama tuzak bu kadar belirgin ve ortada, görünen yerde olur muydu? Tuzağın da başka bir tuzağı olmalıydı. Zihnindeki imkân-olasılık ilişkisi, bu düşünceye götürüyordu Ali’yi. Ali yazı, çizim ve açıklamalardan oluşan raporunu özenle hazırladı.

Yatıp uyuduktan sonra da sabah kalkıp evden dışarı çıktığında ilk işi postaneden bu raporu iadeli teahütlü bir mektupla Ankara’ya göndermek oldu. Artık birkaç ay zihnini dinlendirebilirdi. Diğer çalıştığı projelere de, bu iş sonuçlanıncaya kadar ara vermeye karar verdi. Adilcevaz baharının tadını çıkaracaktı. Öyle de yaptı; yağan yağmurun, esen ılık rüzgârların, kuş cıvıltıların eşliğinde erik, kayısı, erguvan çiçeklerinin, taze ceviz yapraklarının kokusuyla sarhoş ve mutlu bir şekilde baharı geçirdi.

(Haziran ayı sonu)

Büyük baskı sayısı olan gazetelerin bazılarının manşetleri şöyleydi;

“Define Bir Hafta Sonra Bulunuyor”, “Yarışma Dolayısıyla Bütün Dünya Liderleri Tatvan’da”, “Geçmişten Günümüze Tarihi Mesaj Var”, “Dünya Mucitleri Yarışıyor”, “Yarışmada Üç Mucidin Fikirleri Öne Çıktı”. Ali hemen heyecanla son başlığın içeriğini okumaya başladı;

“Milattan önceki yıllarda Nemrut Krater Gölü tabanının iki yüz metre aşağısına konulduğu varsayılan define ve tabletin yerinin neresi olabileceği ve bu define ve tablete nasıl ulaşılabileceğine dair yürütülen fikirlerden üç mucidin fikirleri öne çıktı. Bu mucitler şunlar;

Ali Özen, Türk, Adilcevaz’da yaşıyor. Bisiklet tamircisi.

Haçik Garabetyan, Yahudi asıllı Ermeni, Erivan’da yaşıyor. Felsefe Profesörü.

Yuhanna Salimoğlu, Türk asıllı Yunan, Atina’da yaşıyor. Psikolog.

 


 

Definenin yeri konusunda üç mucit de aynı bölgeyi işaret ediyor; Buhar bacasından inilerek ulaşılan, Sıcak Gölün altı. Definenin oraya nasıl konabileceği konusunda da aynı düşünüyorlar; Tabut şeklindeki define sandığı mekanik kurulmuş ağaç tekerlekli. Tekerleklerin dördü de yerle temas ettiğinde bir yere dayanıncaya kadar gidebiliyor. Sandığın çok çeşitli yerlerindeki halkalara geçirilmiş ve döndürülerek ele alınan dizginler sayesinde define sandığı aşağı indirilmiş. Yalnız definenin tam yerini işaret etmede ve ona ulaşmada birbirlerinden farklı düşünüyorlar;

Salimoğlu, define ve tabletin içinde saklı bulunduğu sandukanın, mağara tabanı düzlüğünde dikine olarak duran nesne olduğunu ve sandukaya detektör özelliği taşıyan tırmanıcı bir böcek robotla ulaşılabileceğini düşünüyor.

Garabetyan, mağara tabanında dikine duran nesnenin de sanduka olduğunu ama define ve tabletin bu sandukada değil, içeri doğru giden bir dehlizde gizli olduğunu ve sandukaya detektör özelliği olan ve yukarıdan idare edilen mekanik-esnek bir kolla ulaşılabileceğini düşünüyor.

Özen, mağara tabanında dikine doğru duran nesnenin ve içeri doğru giden dehlizlerden birindeki nesnenin de birer sanduka olduğunu, ama definenin ve tabletin bu sandukalarda değil, asıl aranılan sandukanın suyun içinde ve orta derinliğinde yüzer halde olduğunu ve bu sandukaya yüzme ve dalma özellikleri de olan hassas detektörlü tırmanıcı böcek robotla ulaşılabileceğini düşünüyor.”

Şu! Dedi. İnsanlık ulularının gözlerini güldüreyim, ziyaret edilecek gibi görünüyorum. Duvardaki uluların resimlerinin göz yerlerine gerekli eklentileri takıp ayarlamalarını yaptı. Resimleri düzeltti. Telefonu aldı. Belediye Başkanını aradı;

Ali: - Başkanım merhaba! Ben Ali! Nasılsınız, iyi misiniz? Sizden bir ricam olacak!

Belediye Başkanı: Merhaba Mucidim, iyiyim sağ ol. Buyur!

Ali: - Biliyorsunuz, dünya devletlerinin bütün temsilcileri Tatvan’da. Onlardan bazıları önümüzdeki hafta içinde Adilcevaz’a gelebilir. Siz Adilcevaz’a gelen devlet büyüklerinin yakalarına şehir girişinde Adilcevaz’ın sembolü olan bir rozet takıyorsunuz. Ben de Adilcevaz’ın reklâmını yapmak amacıyla ceviz sembollü birkaç rozet yaptım. Size göndersem, onları da sizinkinin yanında misafirlerin yakalarına takabilir misiniz?

Belediye Başkanı: - Gönder, mucidim gönder! Sen istersin de ben yapmaz mıyım?

(Ertesi Hafta Başı -Tatvan’da Cingözün Kahvehanesi- Kahvehane tıklım tıklım doludur)

Cingöz: (Kalabalığa seslenir) - Arkadaşlar biraz sonra canlı yayın başlıyor. Siz değerli müşterilerim için büyük ekran televizyon aldım! Defineyi bulma işini canlı ve güzel bir şekilde izlemeniz için. Bildiğiniz gibi yarışmada dereceye girenler içinde Mucit Ali de var – ki kendisi benim yakın arkadaşımdır ve zaman zaman benden çeşitli taktikler de almıştır. – (Kalabalıkta gülüşmeler- çeşitli milletlerden turistlerin konuşmayı ilgiyle izlemesi) - Şimdi size Ahlat’ın yukarı köylerinden zorlukla temin ettiğim dağ eriğinden yaptığım şurubu! Namı değer Cingöz Şerbetini ikram etmek istiyorum. Bardağı, beş Türk lirası! (müşterilerin gülüşmesi, bazılarının homurdanması, bir tanesinin; - Yahu! Açıkgöze bak! Yıllardır içtiğimiz şuruba, Cingöz Şerbeti adını vermiş! Demesi) – Adamın gözünü dört açtığı için bu şerbete, cingöz şerbeti denmiştir. Şefim! Şerbetleri dağıtalım! Ahanda arkadaşlar! Canlı yayın da başladı. Sessiz olalım!

Televizyon Spikeri: - Sevgili izleyiciler işte! Beklenen gün geldi çattı! Tarihi define ve tablete ulaşma konusuyla, canlı yayında karşınızdayız! Yanımda Urartu Tarihi Uzmanı Profesör Dr. Kürşat Bumin Çağatay var. Hocam! Programımıza hoş geldiniz! Hocamız bize çeşitli açıklamalarıyla yardım edecek! (Spikerin konuşması devam ederken kamera uzak-yakın etrafı göstermektedir; dünya televizyonlarından kalabalık bir haberci ordusu, kameralarıyla birlikte buhar bacalarının etrafında konuşlanmış bulunmaktadır. İkinci kamera, aşağıya inecek üç aleti göstermektedir. Alet marka adlarından iki tanesinin Japon, bir tanesinin İsrail yapımı olduğu anlaşılmaktadır. Her bir aletin yanında kullanıcıları ve birer yarışmacı durmaktadır. Üçüncü kamera, Sıcak Gölün kenarında Kerim’in kulübesinin yanında kurulan ve içinde dev bir ekran bulunan, otağ tarzı standı ve içindeki dünya devletlerinin liderlerini göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletini de Cumhurbaşkanı ve Başbakan temsil etmektedirler)

Televizyon Spikeri: - Sevgili izleyiciler ikinci kameramanımız bize aşağıya inecek birinci aletin hazır olduğunu söylemektedir. Birinci sırada Yuhanna Salimoğlu var. Evet! gördüğünüz gibi mühendis, robotu buhar bacasının ağzında çalıştırdı! Böcek robot aşağıya doğru inişe geçti. Robotun kafasının ön tarafında monteli üç yüz altmış derece dönebilen oynar kamera var! Biraz sonra bu kameradaki görüntüleri canlı canlı izleyeceksiniz! Mağaranın derinliği aşağı yukarı üç yüz elli-dört yüz metre. Evet! robot kamerasından görüntüler geliyor. Robot aşağı yavaş yavaş iniyor! Kayaçların renklerinin beyaz, kahverengi ve siyaha çalar değiştiğini görüyorsunuz. Evet! Şimdi zemin kayganlaştı. Bu nedenle robot yavaş ve durarak hareket ediyor. Şimdi robot durdu. Kamerası etrafı tarıyor. Keskin bir iniş var, tahmini derinliği yirmi beş metre civarında. Robot kamerası etrafı tarıyor ve arkadaşlar görüyorsunuz, böceğin arka tarafında kollar uzanıyor. Kollar duvara delik açıyor ve robot örümcek gibi kendini aşağı bıraktı, yavaşça süzülüyor, süzülüyor, süzülüyor ve yere indi arkadaşlar. Arka kollarla bağlantısını kesti, hareketine devam ediyor. Gidiyor, gidiyor, ilerliyor. Şimdi bir kıvrıma geldi. Burada robotun tırmanması gerekecek. Robot şimdi ne yapacak acaba? Bakın! Bakın! Şimdi boynunun alt tarafından kollar çıkıyor. Bir! İki! Üç! Dört! Evet! Dört kolla kendini yukarıya çekiyor. Robot şimdi yine durdu. Kamerası etrafı tarıyor. Tekrar keskin bir iniş görünüyor, tahmini derinlik on beş metre civarında, zeminde belli belirsiz dikine doğru bir nesne var. Buhar yoğunluğu biraz arttığından görüntü çok net değil! Robotun arkasından yine kollar çıkıyor; Evet! Bu sefer altı kol çıktı. Robot bu kolları kayaya monte ediyor. Şimdi aşağı doğru süzülüyor. Nesnenin üstünde durdu. Kamerası etrafı tarıyor. Sol tarafta buhar yoğunluğu fazla. Burada bir su birikintisi olmalı, küçük bir gölet olabilir. Robot kamerasının buğulandığını ve silgiçlerini çalıştırdığını görüyoruz. Sağ tarafta dehlizler görüyoruz. Robot nesnenin önüne indi. Sırt tarafını nesneye döndü. Sırtından çıkan bağlantılarla nesneyi kavradı. Şimdi bağlantıları vasıtasıyla yüküyle birlikte kendini yukarı çekiyor. Yoğun bir toz bulutu etrafa yayıldı! Ve görüntü kesildi! (Ekran Karardı –robot kamerasının camı buhar ve tozdan mütevellit çamurla kaplanmış olmalı-)

Cingöz: - Şefim! Müşterilerimin şerbet bardaklarını topla! Taze çaydan dağıt! Herkese çay ver!

Televizyon Spikeri: - İkinci kameradan görüntüler geliyor! Ve! Sevgili izleyiciler işte beklenilen an! Böcek robot sırtında taşıdığı nesneyi – bu bir sanduka olmalı- dışarı getirdi. Herhalde robotun bir de termal kamerası olmalı. (Etraftakilerden alkış sesleri gelmektedir) Burada Hocamıza sormak istiyorum! Hocam, sandukanın etrafı biraz da kayaçlaşmış toprakla kaplı herhalde, yosunlanma da var biraz değil mi?

K. B. Çağatay: - Sanduka taştan da yapılmış olabilir, bir maden de. Buhar ve toz zerreciklerinin neredeyse iki bin yıldan fazla üzerinde toprak kayaçları oluşmuş. Su buharının da etkisiyle yosunlanma var tabii ki.

Televizyon Spikeri: - Evet, sevgili seyirciler! İkinci sırada Garebetyan var. Garebetyan, esnek bir kolla aşağıya inecek. Aşağıya kadar termal kamerayı çalıştıracak. Esnek kolla aşağı inildiğinde görüntüleri nakledebileceğiz. (Beş dakika sonra) Evet! Robot kamerası etrafı gösteriyor. Sağ taraftaki dehlizlerden birine yöneldi. Oradan çıktı. Diğerine yöneldi. Duyduğunuz gibi dıt! Dıt! Sesleri geliyor. Alet bir sinyal aldı ama ortada bir şey görünmüyor. Alet, bazı uzantılar çıkarıyor. Bunlar metal fırçalar olmalı. Şimdi kamerasını kapattı ve bu gelen seslerden metal fırçaları çalıştırdığını anlıyoruz. Evet! Kamerasını çalıştırdı. Toprağın ucunda bir çıkıntı görülüyor. Nesne –sanduka olmalı- yarı beline kadar toprağa gömülü.

K. B. Çağatay: - Bu toprak, kayaçlaşmış olduğu için çok serttir.

Televizyon Spikeri: - Esnek kolun parmakları bir ileri bir geri yaparak sandukanın etrafını sarıyor. Kamera kapandı. (Beş dakika sonra) Evet! Görüntüler geliyor. Koldan çıkan uzantılar toprak kayacı keserek sandukayı sarmışlar ve esnek kol şimdi geri geri mağara ağzına doğru harekete geçti. Bir yılan gibi kıvrılarak geliyor, geliyor, geliyor, esnekçe geliyor. Kıvrım ve dönemeci geçti. Geliyor, geliyor, geliyor. Evet! mağara ağzına geldi. (Topluluktan alkış sesleri gelmektedir) Getirmiş olduğu sanduka, diğer sandukanın yanına bırakıldı. Evet! Şimdi, sıra üçüncü yarışmacı da! Ali Özen! O bir Türk! Milli gururumuz! Onun babası da mucitti. Şimdi onun robotu mağaraya bırakılıyor. Bu böcek robotun bütün özellikleri öncekinin aynı ama iki eklentisi var; detektörü hassas ve yüzme ve dalma özellikleri taşıyor. Bu robot da termal kamerasını kullanarak aşağıya inecek, suya (şayet tahmin edildiği gibi varsa!) girdiğinde su altı kamerası açılacak ve görüntüleri hep birlikte izleyeceğiz.

Cingöz: - Şefim! Müşterilerin heyecandan ağızları kurudu! Çaylarını ver, sularını dağıt!

(yedi-sekiz dakika sonra)

Televizyon Spikeri: - Evet! Robotun su altı kamerası açıldı. Tahmin edildiği gibi bir gölet varmış demek ki! Sarı ve bulanık bir görüntü var. Yoğun buhar dumanı var. Robot henüz suyun yüzeyinde tarama yapıyor. Henüz bir şey görünmüyor. Robot dalmaya başladı, tarama yapıyor, biraz daha derine daldı, tarama yapıyor. Biraz daha daldı, tarama yapıyor. Durdu. Dıt! Dıt! Dıt! Çok zayıf bir sinyal sesi geldi. Şimdi ses kayboldu. Her halde derinlik on beş metre kadar vardır. Robot şimdi aşağıya doğru dikildi. Beklemede! Sinyal sesleri geliyor, sinyal sesleri arttı ve sinyal sesleri yavaşlıyor. Tamamen kayboldu. Robota doğru yaklaşıp uzaklaşan bir nesne olmalı. Burada Hocama dönmek istiyorum! Hocam! Suyun bulanıklığından görülmüyor ama sinyal seslerinden robotun aşağısında yüzer durumda bir nesne var galiba! Dibe de çökmüyor, yüzeye de çıkmıyor!

K. B. Çağatay: - Eğer bu bir sanduka ise - ki taş veya metalden yapılmış olmalı- batık vaziyette olmaması ilginç! Şöyle bir tahminde bulunmak istiyorum; sandukanın içinde, içleri yarıya kadar sıvı ile dolu hafif metalden yapılmış küreler, bu yüzer durumu sağlıyor olabilir mi acaba?

Televizyon Spikeri: - Hocam nasıl! Biraz açabilir misiniz?

K. B. Çağatay: - Suyun sıcaklığı derinlik arttıkça kaynama noktasına ulaşıyor ve hatta onu geçiyor. Yukarılara doğru ise tahminim yetmiş-seksen dereceler civarında. Aşağı doğru, ağırlığı nedeniyle yön alan sanduka, suyun kaynama noktasına ulaşmasıyla içindeki sıvı ile yarılarına kadar dolu olan kürelerin içindeki sıvı gaz haline geliyor ve sanduka yukarı doğru hareketleniyor. Yukarı doğru sıcaklığın düşmesiyle kürelerin içindeki gaz tekrar sıvı haline dönüşüyor ve aşağı doğru hareketlenme başlıyor. Bu döngü böyle devam ediyor. Bu, sadece benim tahminim!

Televizyon Spikeri: - Anlıyorum Hocam. Evet! sayın seyirciler! Robotta yavaş yavaş hareketlenme emareleri var. Evet! Ne yapıyor bakalım! Evet! Aşağı doğru kollar sarkıtıyor! Nesneyi bağlayıp, kendisine doğru çekecek herhalde. Evet! Tahminim doğru çıkıyor. Kolları kendisine doğru çekiyor, çekiyor, çekiyor ve nesne görünüyor; bu bir sanduka olmalı. Robot şimdi yüzeye doğru yavaş yavaş çıkıyor. Ve robot yüzeye çıkmasıyla da su altı kamerasını kapatıyor. (Televizyon ekranında karanlık)


 

Bir Turist: - Every thing is clear. I prefer this man’s idea! This man - Turkoman- will win!

Diğer Bir Turist: - I prefer second one. He will be win!

Bir Japon Turist: - One of two who use japanese equipment will win!

Cingöz: - (Yüksek bir sesle) Hiç birinizin dediği olmayacak! Yarışmayı benim arkadaşım Ali kazanacak! (Turistlerin gülüşmesi)

Televizyon Spikeri: - Evet arkadaşlar! Robot mağaranın ağzında görüldü! Bu üçüncü sanduka da ilk ikisinin yanına konuldu. (Televizyondan gelen alkış sesleri, içerdeki alkış seslerine karışır) Biraz sonra Yunanistan, Ermenistan ve Türk Kültür Bakanları mağaranın önüne gelecekler ve onların gözetiminde sandukalar açılacak! Şimdi reklâmlara gidiyoruz, bizden ayrılmayın! (Reklâmlardan sonra) Kültür Bakanları geldiler. Önce Salimoğlu’nun sandukası açılacak! Salimoğlu sandukanın yanında kendinden emin bir tavırla duruyor. Kırıcı makine çalışmaya başladı; sandukayı uç tarafından kırıyor. Kırıntılardan sandukanın birbirine geçmeli tuğla veya taş malzemeden yapıldığı anlaşılıyor. Sanduka uç tarafından kırıldı. Şimdi içi boşaltılıyor ve sevgili izleyiciler görüyorsunuz; kurukafalar!

K. B. Çağatay: - Bunlar savaşta öldürülen savaşçıların kafatasları olmalı!

Televizyon Spikeri: - Şimdi Garabetya’nın sandukası açılacak! Garabetyan etrafına hafif alaycı bir tavırla tebessümle bakıyor! Kırıcı makine çalışmaya başladı. Sandukayı ucundan açtı. İçindekileri boşaltıyor; kurukafalar! Bu sandukadan da bir şey çıkmadı. Şimdi sırada Ali’nin sandukası var. Ali serinkanlı bir şekilde, biraz düşünceli, duruyor. Kırıcı makine çalışmaya başladı. Bu sanduka da öncekilerin aynı! İçini boşaltıyorlar; A…aaaaa….A! Görüyorsunuz, bir heykelcik! Bir kadın heykeline benziyor! Bir de kare şeklinde mermer bir levha var, Tablet olmalı! Hocam kameramanımız heykelciği de tableti de yakından göstersin, siz seyircilerimize açıklamalarınızı yapın!

K. B. Çağatay: - Heykel som altından yapılma! Şöyle bir inceleyelim! Saçları; söğüt ağacının saçakları, gözleri; badem, dudakları; kiraz, göğüsleri; üzüm salkımı formunda bezenmiş, domates fideleri içerisinde ayakta duran bir güzel!

Kanımca heykeli değerli kılan iki şey var. Bunlar; Heykel, som altından yapılma; ondan da önemlisi, kral, iktidarını oluşturan şeyin tabiatın bereketi olduğunu biliyor –zamanının veya atalarının geçmişinin kuraklık yaşantılarından ders almış olmalı-. Bu nedenle de heykel doğal formlarla bezenerek zenginleştirilmiş.

Tabletteki yazılara bir bakalım! Kısa bir ifade! Aynen şöyle;

“Ey Halkım! Mutluluğun İçin Yurt Zenginliklerini İyi Koru! Aç Kalırsan, Benim Krallığımın da Bir Değeri Kalmaz.”

Televizyon Spikeri: - Sayın Çağatay vermiş olduğunuz bilgiler için teşekkürler. Sayın izleyiciler! Sanıyorum heykel ve tabletin ifadelerini günümüze uyarlamak ve bundan bütün bir insanlık olarak ders çıkarmak mümkün!

Yayınımızın sonuna geldik, hepinize iyi bir hafta diliyorum, hoşça kalın!

(Ertesi Gün – Adilcevaz-)

Dünya Devlet Başkanlarından bazıları (Türkiye, Almanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, İran, Rusya) Adilcevaz’a Ali’ yi tebrik için gelmiştir. Yeşil takım elbiseleri, beyaz gömlekleri ve mavi kravatlarıyla çok şıktırlar. Adilcevaz Belediye Başkanı Onları Adilcevaz girişinde karşılar ve hepsinin yakalarına Belediyenin rozeti ile Ali’nin ceviz rozetlerini takar. Ali dükkânında Devlet Başkanlarını beklemektedir. Dükkânın önüne gelirler. Ali Onları kapıda karşılar. Basın için fotoğraflar alındıktan sonra dükkânın içine buyur eder.

Dükkânın içine giren devlet başkanlarının dükkânda ilk dikkatlerini çeken çeşitli milletlere ait insanlık ulularının duvardaki resimleridir. Devlet Başkanları bu resimleri inceliyorken, insanlık uluları da dikkatli bakışlarla misafirlerini gözlemektedirler. Durumu ilk fark eden Fransa Cumhurbaşkanı olur. Türkiye Cumhurbaşkanına dönerek,

Fransa Cumhurbaşkanı: - Saygıdeğer Başkan! İzin verin Ali’yi Fransa’ya götürüp, O’nu Bilim ve Teknoloji Bakanı yapayım!

Türkiye Cumhurbaşkanı: - Saygıdeğer Başkan! Misafir olarak götürün! Ben 0’nu Türkiye Tasarım ve Buluş Okulları Genel Koordinatörü yapacağım!

 

 

 

 

hosting by HostEviniz